postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Archive for the ‘Alacakaranlıkoda’ Category

Mermi

leave a comment »

Öğretmen çocuğu olmak zordu. O benden dört yaş büyük olduğundan bu eziyeti dört yıl fazla çekmişti. Üstelik anne-babamız dört yıl daha acemiyken başlamıştı onun okul hayatı, benimkine kıyasla.

Onlar örnek insan, erdem abidesi, mükemmel olmak zorundaydılar ya, auralarının en önemli bölümünü de biz oluşturuyorduk adeta.

Sınıfta icraatları ne kadar iyi olursa olsun, ele güne karşı başarı ölçüleri bizdik. Öyle ya, kendi çocuğunu iyi yetiştiremeyen bir öğretmenden başkalarının çocuklarını iyi eğitmesi nasıl beklenebilirdi?

Bu yüzden başarılarımız parlatılır, kabahatlerimiz dağlanarak saklanırdı.

Doğrusu ben henüz onun kadar büyük bir baskı altında değildim. Okulda zaten iyiydim. Munis bir çocuktum. Şikayetler daha çok ağabeyimden yanaydı.

Muhtemelen benim daha iyi olmam da herkes için bir baş ağrısı kaynağıydı. Bu ailede, istenene en azından yaklaşan birisi olabiliyordu işte. O halde ağabeyim neden böyle haylaz, derslerinde vasat, arkadaşlıklarında hırçındı?

Evimiz küçüktü. Onunla aynı odayı paylaşıyorduk. Uyku öncesi sohbetlerimize doyamazdım. Ona anlatacak, danışacak çok şeyim olurdu. Ve onun hikâyeleri… Annemin, hele babamın asla duymak istemeyeceği, benim ise hayranlıkla, gıpta ederek, film izler gibi dinlediğim küçük maceralar. Ben her defasında hikâyenin sonunu duyamadan uyuyakalırdım. Böylece sohbetimiz sabırsızlıkla beklediğim bir sonraki geceye devrederdi, tıpkı bin bir gece masallarında olduğu gibi.

Ta ki o tuhaf, o unutulmaz, dokunaklı geceye kadar. Belki de esrarengiz bir sezgiyle aniden uyanmıştım. Belki hep uyanıyordum ama uyku beni hemen geri alıyordu, hafızamın da sessizce üstünü örterek. Ne var ki bu defa öyle olmadı. Cılız bir ışık ve belli belirsiz hıçkırıklar, iç çekişler uykunun sislerini dağıttı. Kıpırdamadan durdum. Korku içinde dikkat kesildim. Kötü bir rüyada olmadığıma kanaat getirdiğimde gizlice baktım ve onun sırtını gördüm. Kâğıttan bir külah ile masa lambasını gizlemiş, önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. Ara sıra titriyor, kesik kesik hıçkırıyor, derin soluklar alıyordu.

Aniden bana doğru dönünce hemen gözlerimi yumdum ve bir daha açmaya cesaret edemedim.

Ertesi gün eve ondan önce gelmemi fırsat bilerek kitaplığı didik didik ettim ve sonunda defteri buldum. Kısa bir tereddütten sonra son yazılanları okudum. Korktuğumdan da korkunçtu yazdıkları. Dedemizden kalan tabancadan söz ediyordu. Bu işkenceye bir son vermeye karar vermişti. Benim kahrolacağımı bilmek bile onu durduramayacaktı.

Dehşet içinde defteri yerine koyup, bu defa mutfakta az kullanılan bir çekmecenin arkalarında güya saklanmış olan tabancayı buldum. Paslı bir altıpatlardı bu. İçinde de tek bir mermi vardı. Mermiyi hemen cebime attım ve hayatın normale dönmesini umdum.

Takip eden günlerde ağabeyim biraz durgundu. Bir düş kırıklığı yaşıyor gibiydi. İlk fırsatta defteri bir kez daha yokladım. Merminin kaybolduğunu, buna akıl erdiremediğini, bunun muhtemelen ilahi bir mesaj olduğunu yazmıştı. Daha sonra defter de ortadan kayboldu zaten.

Ben mermiyi o gün bu gündür saklıyorum. İçinde ağabeyimin ömrü var. O ise başka bir yol seçti. Daha uzun ve dolambaçlı bir yol. Okul ve daha sonra iş hayatında daha da başarısız oldu. Onu çok mutsuz eden ilişkiler yaşadı. Sağlığını umursamadı, hayatı pas tuttu ve erkenden göçüp gitti.

Mermi ağabeyimden daha uzun ömürlü olmuş, ben ise onun hayatını kurtardığımı zannetmiştim çocuk aklımla.

 

Aralık 2016

Written by Orhan Cem Çetin

04 Ağustos 2019 at 18:49

Her şeyi bilirdi.

leave a comment »

Çok sessizdi.

O kadar ki, ağzı da sesi gibi küçücüktü.

Hiç soru sormazdı.

Meraklıydı ama, öylesine.

Zaten her şeyi bilirdi.

O kadar yalnızdı ki, tertemizdi.

Ocakta pişen çilek reçelinin buharı kadar hafifti.

O kadar hafifti ki, sahip olduğu hiçbir şey eskimezdi.

Kendisinden başkasıyla göz göze gelmezdi.

O kadar güzeldi ki herkes ondan korkardı.

Ona merhaba demek bile yürek isterdi.

Ya karşılık vermezse? Ya dönüp bakmaya tenezzül etmezse?

Ya o ufacık dudakları aralanmazsa bile?

Bu yüzden soğuktu herkes ona.

Bu onu çok üzüyordu elbette ama,

her şeyi bildiği gibi, bunun da nedenini biliyordu.

Bilmek onu rahatlatıyor, daha da hafifletiyordu.

Hafifledikçe güzelleşiyor, kusursuzlaşıyordu.

O kusursuzlaştıkça, korku büyüyordu.

Korku büyüdükçe o küçülüyor, gözden kayboluyordu.

Sonunda hepten görünmez oldu.

Geriye sadece korku kaldı.

Ama o görünmez oldu diye görmez de olmadı.

O görüyordu, korkmuyordu.

Onu korkutmak mümkün olmasa da,

üzmek mümkündü.


Ağustos 2017
Mono 5 için

Written by Orhan Cem Çetin

06 Ekim 2017 at 22:38

Falcının falına bakılmaktadır aslında.

with 2 comments

Hep böyle düşünmüşümdür. Sonuçta bu bir çağrışım oyunu. Konuşan falcı. Bakış ona ait. Öyküleri o uyduruyor. Şekilleri o benzetiyor. Sözcükleri ve duyguyu o seçiyor. Bunun meşhur mürekkep lekesi testinden ne farkı var? Ne yani, bir klinikte testin uygulandığı kişi terapistin falına mı bakıyor?

Sadece bir fincan kahve içmekle, kaderimiz nasıl oluyor da artıklara karışıyor? Hayır; kesinlikle falcının öyküsüdür anlatılan.

İşte bu içe bakış fırsatı yüzünden, ara sıra kahve falı bakmayı severim. Konuşurken bir yandan kendimi dinler, sözlerimin ne kadarı benim karanlık dehlizlerimi anlatıyor, ne kadarı temennilerimden oluşuyor anlamaya çalışırım. Kendimi kaptırır, sezgilerimi yokuş aşağı salıveririm. Belli ki fena da değilim. Küçük bir şöhretim bile var dostlar arasında; “Çok farklıdır Marek’in fal bakması. Denemelisin mutlaka.”

Falın ciddiye alınması aslında beni korkutur. Zira, bu sözde kehanetlerin bir kez ortalığa döküldükten sonra kendilerini hakikate dönüştürme kabiliyetleri var. Bu yüzden dikkatli konuşmaya da özen gösterir, bazı çağrışımları kendime saklarım.

O gün de, arkadaşlarımın neye yoracağıma karar veremediğim ısrarlarıyla yeni tanıştırıldığım, adı Rita olan neşeli bir hanımefendinin orta şekerli kahve falına bakarken buldum kendimi. Üstelik kahveciye de asla cimri denemezdi. Malzemeden çalmamış, bana muazzam bir resimli roman emanet etmişti.

Hep birlikte başlarımızı yaklaştırıp eğildik ve ben konuşmaya başladım. Elbette en fazla ilgiyi Rita gösteriyordu. Ellerini kavuşturup masanın kenarına dayamış, çenesini ellerinin üzerine yaslamış, ince kaşlarını kaldırmış, hafif bir gülümsemeyle duygularını maskelemeye çalışarak dikkatle beni dinliyordu.

Başlarda neler söylediğimi pek iyi hatırlamıyorum ama sanırım aşılması gereken bir deniz, buna engel olmaya çalışanlar ve denizin ötesinde ilk anda korku ama sonra ferahlık getirecek bir dağ tırmanışı vardı. Her cümlemden sonra gözlerine bakıyor, ilgisinin giderek arttığını memnuniyetle görüyordum.

Sonra başka bir ayrıntı gözüme çarptı. Bir adam. Rita’nın karşısına çıkacak ve… burada duraksadım. Zira bu adam onun hayatını altüst edecek, ona göz yaşı döktürecek, acılar çektirecekti. Bundan emindim. Rita sustuğumu farkederek, “Evet, devam etsenize, şu karşıma çıkacak adamı merak ettim,” dedi.

Ne diyebilirdim? Aklımdan geçenleri söylesem, Rita bugünden itibaren karşısına çıkan her erkeğe kuşkuyla yaklaşacak, yeterince samimi olamayacak, korunaklı davranacak ve ilişkilerinde her erkek onun için potansiyel bir şeytana dönüşecekti. Hayır asla söyleyemezdim.

“Burada kesiliyor,” dedim gülerek. “Devamı bir sonraki kahvede!”

Gülüştük. Bir kez daha görüşmeyi de garantilemiştim böylece. Hala gülümseyerek tekrar telveye, şu adama dikkatle baktım. Bir anda gülümsemem yüzümden silindi. Fincanı yaklaştırıp bir kez daha, dehşet içinde baktım.

O adam, bendim.


Haziran 2017
Mono 4 için

Written by Orhan Cem Çetin

12 Ağustos 2017 at 18:50

Merdiveni tırmandıkça kokunun zayıflayacağını düşünüyorsun ama tam tersi oluyor.

with one comment

“Büyük, gösterişsiz bir demir kapıyı içeri doğru iterek giriyorsun bu mekâna. Bir tamirhaneye girer gibi, kapı içinde kapı.

Arkandan gelip karanlığa doğru uzayan ışığın gösterebildiği hiçbir şey yok, kusursuz düzlükteki gri epoksi zemin dışında. Yavaşça ilerliyorsun. Kapı gürültüyle kapanıyor ve bir süre geriye sadece koku ve serin hava kalıyor.

Yoğun kına ve çok az da gül esansı karışımı. Gözün karanlığa alışmaya başlıyor. Uzaklarda sesler var. Bir kadın, küçük kızına bisiklet sürmeyi ya da buna benzer bir şeyi öğretiyor ve bu sırada çok eğleniyorlar. O tarafa doğru baktığında, yaklaşık 10 adım ötende büyük bir karaltı olduğunu fark ediyorsun.

Yaşlı bir manolya ağacı bu. İnfilak halinde. Yaklaşıp dokunmak istiyorsun ama 3 adım kala dizin sert bir yere çarpıyor. Ağacı çevreleyen bir set var, ahşap oturma yerleri ile örtülmüş. Burada biraz oturuyorsun. Ağaca ve içinden yükseldiği ıslak toprağa dokunup bir yandan da çevreyi algılamaya çalışıyorsun.

Korkuyorsun ama koku seni sakinleştiriyor. Üşüyorsun. Buranın boyutlarını kavramaya çalışıyorsun. Yönünü de çoktan kaybetmiş bulunuyorsun. İleride belli belirsiz bir metal yapı dikkatini çekiyor. Oraya doğru ilerliyorsun. Ayak seslerin yankılanmıyor.

Yapıya yaklaştığında onun uçsuz bucaksız bir duvarın üzerindeki dik bir merdiven olduğunu görüyorsun. Hani büyük yük gemilerinin yanından sarkan merdivenler gibi. Basamakları gözünle yukarı doğru takip ettiğinde, merdivenin bir hayli yukarıda, küçük ama parlak bir ışık noktasıyla son bulduğunu görüyorsun.

Tırmanmaktan başka çıkar yol yok.

Tırmanıyorsun. Molalar alarak. Yukarıdan bakıldığında belki yeni bir şey, farklı bir olasılık görünüyordur diye, dikkatle çevreyi inceliyorsun. Uzaklarda sesler değişmiş. Manolya ağacı bir rüzgâra tutmuş kendisini anlaşılan. Cılız bir su sesi, mırıldanmalar, kısa ve kesik haykırışlar, çalgılarını akort eden bir oda orkestrası. Tek tük parlayan zayıf, sarı pırıltılar, düzensiz.

Duvarın içine açılan bir koridorun ağzı o mavi ışık. Yaklaştıkça tiz kahkahalar duyuluyor. Sonunda merdiven bitiyor ve labirente giriyorsun.

Bu kavisli, nereden geldiği belli olmayan mavi ışıklı çapraşık koridorda sağa sola dönerek ilerledikçe muhteşem bir parti gürültüsü, kahkahalar, derin bas ritimli disko müziği, hayatında görüp görebileceğin en çılgın eğlencenin sesi giderek artıyor. Ne var ki labirent, iki duvarın daralıp buluştuğu dik bir çizgi ile sona eriyor. Sesler üçgen biçimindeki çıkmaz sokakta yankılanıyor.

Duvardaki gizli kapıyı açacak gizli kilidi aramaya kalkışmanın seni daha da küçük düşüreceğini çok iyi biliyorsun. Hemen olduğun yerde dönüyor ve tekrar karanlığa, merdivenlere yöneliyorsun…”

Mimar uzayan sessizliği fark ettiğinde hafifçe titreyerek başını kaldırdı.

Bir süre düşündükten sonra ellerini iki yana açarak, becerebildiği kadar kibar bir sesle, “Bu anlattığınız, tabii ki yapılabilir,” dedi. “Ama biraz uzun sürebilir. Manolyadan dolayı.”

 

Orhan Cem Çetin

Nisan 2017

Mono / Mayıs 2017’den

Written by Orhan Cem Çetin

08 Haziran 2017 at 01:43

İlk önce sesinden, sonra duru bakışlarından etkilenmiştim.

leave a comment »

MONO‘dayım. Aşağıda Mart sayısı. Mayıs sayısını da kaçırmayın. @alacakaranlikoda

 

“Hızlandıkça renk değiştiren araba yapmışlar,” dedi, gözlerini tabletinden ayırmadan.

“Sahi mi?” dedim. “Ben öyle bir maraton koşucusu tanımıştım.”

Küçük bir kahkaha da atmıştım kendi şakamı beğenerek.

Bu özelliğimi sevdiğini söylerdi. Şakalarım o kadar ani oluyordu ki, ben de ilk kez duymuş, başka birisi konuşuyormuş gibi hazırlıksız yakalanıyor, kendimi belki de gerçekte olduğumdan daha komik buluyordum. Dikkatle yüzünü izledim. Gözlerindeki yansımada ekranın sürekli kayması dışında en ufak bir değişim göremiyordum. Elini belli etmemeye çalışan bir poker oyuncusu gibiydi. Zavallı gülümsemem söndükten bir süre sonra kaşlarını kaldırarak bana baktı.

“Bak, bunu dinle,” dedi hayran olduğum tozlu sesiyle. “Ünlü bir pasta şefine, henüz çırakken ustası şöyle demiş: Bir hata yaparsan düzeltmek için uğraşma, daha kötü olur. Onun yerine, üzerine bir gül koy.”

Kaşlarını kaldırma sırası bendeydi. Sanırım ilk kez sesinden çok sözü ilgimi çekmişti. Yanıt vermeden kahvemi alıp zaten bensiz başladığı kahvaltı sofrasından kalktım. O ise ekranından bana doğru sessiz ve görünmez kıvılcımlar fırlatmaya devam etti.

Birlikte yaşamaya başlamamızın yarattığı yegâne fark, bu matrak haberleri eskiden messenger ile gönderirken şimdi –güya– yüzüme, daha doğrusu duyabileceğim bir menzile söylüyor olmasıydı.

Gel gelelim, şu son haber gerçekten ilgimi çekmişti. Birkaç gün önce ilişkimiz hakkında konuştuğumuz o sıcacık ama kısa zamandan bu yana ilk kez bize dair bir ima oluşmuştu söylediklerinde.

Bir hata yaparsan, üzerine bir gül kondur…

“Ben çıkıyorum, akşam görüşürüz,” diye seslendim.

“Ben dışarıda olacağım,” diye karşılık verdi. Sesini yükselttiğinde, konuşmasını süsleyen tozların dağıldığını o an farketmiştim. “Konum atarım,” diye ekledi, “belki birlikte döneriz!”

Birlikte dönmek iyi bir fikir değildi. Yaklaşan sevgililer günü için o an yapmaya karar verdiğim küçük bir hazırlık vardı ve sürprizi bozmak istemiyordum.

Şubat 2017

 

Written by Orhan Cem Çetin

17 Nisan 2017 at 23:53

%d blogcu bunu beğendi: