postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Archive for the ‘eksizaman minustime’ Category

Mayın Tarlası #01

leave a comment »

Yaklaşık 30 yıl önce Sayın Şerif Antepli’nin girişimi ile sahneye çıkan ve fotoğraf sektöründe rekor süreyle bugün hala hayatta olan Fotoğraf Dergisi’nin ilk sayısı Haziran-Temmuz 1995 tarihini taşıyordu.

Bu sayıda ben de Mayın Tarlası adını verdiğim ve daha sonra Geniş Açı dergisine taşıdığım sabit sayfamla yer almıştım. Mayın Tarlası, güncel vakalar üzerinden fotoğrafın doğasına dair tartışmalar açmaya çalıştığım ve eleştirilerimi mizah ile yumuşatmayı denediğim bir kum havuzu idi. 1999 Marmara depremi sonrasında bu çabamı anlamsız bularak sayfayı sonlandırdım.

İşte derginin iki sayfasına yayılan ve esasen masamın üzerinde A3 boyutundaki bir alanı gösteren, tek bir kare fotoğraftan oluşan ilk Mayın Tarlası (Daha büyük görmek ve yazıları okuyabilmek için lütfen görseli tıklayın):

İyi Bir Teoriden Daha Pratik Hiçbir Şey Yoktur*

leave a comment »

Muhtemelen bildiğiniz gibi, Orta Format, çağdaş fotoğrafa dair röportajların, yazıların ve projelerin paylaşıldığı bir e-dergi. Yeni yılın ilk günlerinde 30’uncu güncellemeyi şöyle duyurdular:

Güncelleme #30: Fotoğraf İçinden, Fotoğraf Dışından yayında! Bir kilometre taşı gibi görülebilecek 30. Güncelleme’de farklı iki noktayı bir araya getirdik. Üretim pratiğinde fotoğraf kullanan sanatçılardan fotoğraf dışında beslendikleri bir alan hakkında, fotoğraf dışı konularla çalışan insanlardan ise fotoğraf hakkında içerik oluşturmasını rica ettik. Bunu yaparken temel motivasyonumuz fotoğrafı salt iki boyutlu bir sonuç olarak görmemek, onu oluşturan insanların nelerden beslendiğine odaklanmaktı. Fotoğrafa dışarıdan neler eklendiğini, yahut fotoğrafın içinde başka neler kaynadığını merak ettik. ⠀

Bu güncellemede yer alan ve yirmili yaşlarımda profesyonel fotoğrafçılığa bambaşka bir alandan geçişimi anlattığım yazımı, özellikle Boğaziçi Üniversitesi’nde uzatmalı öğrenci olduğum yıllardan söz ettiğim için rektör krizinin giderek tırmandığı şu günlerde kendi mecramdan da paylaşmak istedim. #AşağıBakmayacağız

Okuluma, hocalarıma ve dönem arkadaşlarıma minnettarım. İyi okumalar.


İçine doğduğum ailede zekâ konusu sürekli gündemdeydi. Özellikle babam ve onun babasının ortalamanın çok üzerinde olduğu söylenen zekâları hakkında öyküler anlatılırdı hep. Benzer şekilde annemle babamın henüz lisedeyken okulun en iyi iki öğrencisi oldukları, rekabetten aşk doğduğu da anlatılırdı. Benden ve ağabeyimden de her zaman yüksek zekâ, düzgün mantık yürütme ve muhakeme becerisi beklendi.

Gelgelelim, ben ilkokulda birinci sınıfı atlayıp 2. seneden başlayarak iyi bir çıkış yapmakla beraber devamında hep vasat bir öğrenci oldum. 1977 yılında, üniversite sınavında kendim dahil herkesi şaşırtarak en yüksek puanı alan 100 aday arasına girdim ama devamında vasatın da altına düşerek bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede -babamın benim yerime yazdığı tercihlerde ilk sırada olan- Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nden atılacak duruma geldim. Can havliyle tüm bölümlere yatay geçiş için başvurduğumda kendimi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Bilimler Bölümü’nde, silbaştan birinci sınıf derslerini alırken buldum.

Psikoloji 101 dersi özellikle ilgimi çekmişti, büyük ölçüde gelen hoca nedeniyle: Henüz çok genç yaşlarındaki Gündüz Vassaf. Kesinlikle doğru adreste olduğuma karar verdim ve Psikoloji Programı’nda devam ettim. O dönem ciddi denebilecek psikolojik sorunlarım da vardı, itiraf etmeliyim. Tüm dersler fazlasıyla ilgimi çekti. Notlarım roket hızıyla yükseldi ve bölümün en gözde öğrencilerinden biri hâline geldim. BÜFOK’ta (BÜ Fotoğrafçılık Kulübü) fotoğrafçılıkla uğraşmaya ve karanlık oda dersleri vermeye devam ediyordum. Oldukça asosyaldim. Bir yandan da klasik gitar dersleri alıyordum ve çeviriyle ilgileniyordum. 

Özellikle üçüncü sınıf dersleri, kişilik, öğrenme, gelişim psikolojisi ilgimi çok çekiyordu. Öğrenme dediğimiz sürecin bir koşullanmalar zincirinden ibaret olduğunu, kişiliğin de bundan bağımsız olmadığını, bir kişilik geliştirirken aslında yine karmaşık koşullanma zincirleri yoluyla kim olduğumuzu öğrendiğimizi kavradım. Bu dönemde Çiğdem Kağıtçıbaşı, Reşit Canbeyli, Güler Okman Fişek gibi müthiş hocalarım oldu. Hepsinden çok etkilendim. 2010 yılında sergilenen Komşuluk başlıklı serimin esin kaynağı, Reşit Canbeyli’den aldığımız Deneysel Psikoloji dersinde labirent deneylerinde kullandığımız farelerdir. 

Gündüz Vassaf Hoca’dan başka dersler de alıyorduk. Psikoloji alanındaki suistimaller üzerinde çok duruyordu. Zekâ testlerinin ayrımcılık için bahane olarak kullanıldığını, bilgi ölçen soruların zekâ ölçüyormuş gibi kabul edildiğini, akıl hastalığı denen zihin durumunun aslında toplumsal normlarla ilgili olabileceğini, psikiyatrik tedavi süreçlerinde temel hak ihlali sayılabilecek hatalar yapıldığını görmemizi sağladı. Ben giderek akıl hastalığı diye bir şey olmadığına, bazı bireylerin paylaşılan gerçeklikle başa çıkabilmek için kendi gerçekliğini üreterek onun içinde yaşamayı seçtiğine karar verdim. Talep etmeyen birisine tedavi uygulanamazdı. Peki, paylaşılan gerçeklikle daha kolay başa çıkmanın, toplumun travmalara karşı daha dayanıklı bireylerden oluşmasının yolu neydi? Yanıt çok basit: Çocuklarla çalışmak, onlarda “mental hijyen” geliştirmek, toplumsal bilinçlerini ve zekâlarını artıracak bir ortam sağlamak. 

Gelişim psikolojisi bu yüzden daha da çok ilgimi çekti. Zekâ gelişiminin evreleri, öğrenme ve akıl yürütme kapasitesinin artırılması, dil becerisi gibi konulara daha da fazla eğildim. Okulda “çalışan öğrenci” programı vardı. Başvurdum ve Eğitim Bölümü’nde çalışmaya başladım. Eğitim sertifikası derslerinin de tamamına yakınını aldım. Burada iki isim daha anmam gerekiyor: Güzver Yıldıran ve Gülçin Alpöge. Her ikisinden de eğitim modelleri ve zekâ gelişimi hakkında çok şey öğrendim. Güzver Yıldıran, ABD’deyken efsanevi eğitim psikoloğu Benjamin Bloom’un öğrencisi olmuştu. Güzver Hanım’ın, Bloom’un geliştirdiği, çok farklı bir eğitim modeli olan ve bir sınıftaki tüm öğrencilerin aynı öğrenme hedefine ulaşmasının sağlandığı “Tam Öğrenme” (Mastery Learning) üzerine yazdığı doktora tezini Türkçeye çevirdim. Gülçin Hanım’la da okulun yuvasında çalışmalar yapmaya başladık. Müzik öğretmeni kadrosunda, üniversite personelinin çocuklarının devam ettiği yuvada çalışmaya başladım. Çok mutluydum. Teori ve pratik buluşmuştu. Hayatta yapmak istediğim işin bu olduğuna karar verdim ve bu yönde bazı adımlar da attım.

Gelgelelim, o yıllarda geçerli olan ancak kimsenin bana bahsetmediği bir yasa, erkeklerin yuva öğretmeni olmasına olanak vermiyormuş meğer. Çok büyük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Böylece bu hayalim suya düştü ama yuvada müzik öğretmeni kisvesi altında çalışmaya devam ettim bir süre daha. Yine o yıllarda bir dönem bakkallarda satılan ucuz aşk romanları (Beyaz Dizi – Gelişim Yayınları) çevirdim ve bir süre de ünlü San Reklam grafik ajansında Mengü Ertel’in kişisel asistanlığını ve o sıralar adı konmamış olmakla birlikte ajansın “trafiker”liğini yaptım. İlk işim, 10. İstanbul Festivali kataloğunun koordinasyonuydu. Her şeyin elle ve bugüne kıyasla çok ama çok yavaş yapıldığı, öğrendiklerimin fazlalığının başımı döndürdüğü bir süreçti.

Fantomas serisinden; 2007

Derken mezun oldum. Biraz daha buralarda durayım, belki şartlar değişir diyerek Sosyal Psikoloji Yüksek Lisans Programı’na başvurdum. Ayhan LeCompte ve Hamit Fişek’ten aldığım dersler sırasında SPSS bilgisayar programlama dilini öğrendim; araştırma yöntemleri, istatistiksel analiz ilgimi çekmeye başladı. O sıralarda Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırlanmaya başlayan, uluslararası geçerliliği olacak bir İngilizce sınavı için kadro açılmış. Ayhan Hoca bir gün beni çağırdı ve “Bak seni arıyorlar,” dedi. Hemen başvurmamı sağladı ve ben bu defa İngilizce sınavının pilot çalışmalarında soru analizi yapmaya başladım. Dil öğrenme ve dil ölçümü konusu da repertuarıma girmiş oldu. Hatta İngiltere’de Redding Üniversitesi’nde bu alanda burslu olarak bir uzmanlık eğitimine katılmam ve dönüşte BÜ YADYOK (Yabancı Diller Yüksek Okulu) kadrosunda devam etmem söz konusuydu. 

Ne var ki, ayrıntısına girmeyeceğim bazı olumsuz gelişmeler sonucunda yüksek lisansım tez aşamasında tökezledi. Acilen hayatımı kazanmam gerekti ve her şeyi yüzüstü bırakarak kendimi hazır zannettiğim fotoğrafçılık alanına çark ettim. Yıl 1985.

Bundan sonrası, belki merak ederseniz başka bir yazının konusu olur. Ancak o yıllarda kazandığım birikim hâlâ benimle birlikte. Evet o tarihlerden bu yana profesyonel fotoğrafçılık yaptım ama çocuk yayıncılığı (editörlük, redaktörlük ve çevirmenlik) alanında da çalışmayı sürdürdüm. Dilin düşüncenin yapıtaşı olduğuna inanıyorum. Birden fazla dilde ustalaşmak, deyim yerindeyse “dilbaz” olmak, düşünceyi de kıvraklaştırıyor. Çoğu alanda analitik ya da aksine sarsak, esnek düşünebilmek öncelikle dille oluyor. Mizah da bunun yollarından biri. Yakınlarım şakacı olduğumu bilir. Bu aslında bir zihin oyunu. Bir çeşit yaratıcılık temrini. Yaratıcılık öğrenilebilen bir süreç. Aslında herkes yaratıcı olma potansiyeline sahip ama kendisini engelliyor. Çizilmiş yollardan yürümeye koşullanmış olmamız gibi bir şey bu. Rüya görebilen biri, aynı yaratıcılığı uykudan uyanınca neden sergileyemiyor? Belli ki onu engelleyen süreçler var. Bunları kırabilmenin yollarını arıyorum. Çocuk aklını çok seviyorum. Tertemiz, bilgece yorumlarla geliyorlar zamanla kanıksadığımız durumlara. 

Sanat işlerimde de bu oyuncu hâlimi sürdürmeyi seviyorum. Serilerimin içine akıl oyunları saklamaya çalışıyorum. Farklı düzlemler arasında çapraz ilişkiler kurmak hoşuma gidiyor. Bir alanda fark ettiğim bir örüntüyü başka bir alana transfer etmek de sevdiğim bir oyun. Hayatın kendisi büyük bir oyun. Dünyayı algı aygıtlarımızın bize sağladığı verilerin ve dilin tanım sınırları içinde, zihnimizde inşa ediyoruz. Başka bir deyişle, gerçeklik bizim kendimiz için var ettiğimiz bir evren. O hâlde onu eğip bükmek, dönüştürmek, farklılaştırmak da bizim elimizde. Oyundan kastettiğim bu. Oyunu tek başımıza oynar, kurallarını kimseyle paylaşmazsak buna delilik deniliyor. Kuralları tarif eder, başkalarını da oyuna dahil olmaya ikna edersek, bu defa adı sanat, ürettiğimiz yapıtlar da oyunun dekoru, sahnesi, müziği, replikleri ve kuklaları oluyor. 

*Yazının başlığı, Ayhan LeCompte hocamdan alıntıdır. Zamanının büyük bölümünü masa başında, istatistiksel analiz yaparak geçiren bir sosyal psikolog olmasını yadırgayanlara bu cevabı verirdi.


Aralık 2020

Sen bu yazıyı okurken ben erkenden yatmış olacağım.

leave a comment »

Seni rüyamda gördüm dün gece. Uyanınca merak ettim.

Başkalarını da gördüğüm olur rüyalarımda. Ama herkesi merak etmem. Seni merak ettim. Kafanda hiç saç yoktu. Sen benim ilkokul müdürümmüşsün. Bana küçücük bir tabağın içindeki paslı vidaları yedirmeye çalışıyordun kaşık kaşık. Oysa ben toktum ve vidaların tadı da çok fenaydı ama bir türlü cesaret edip söyleyemiyordum sana, yedirme diye. Sonra uyanınca merak ettim. Bütün bunlar ne demek? Rüyaların tersi çıkar derler. Yani senin saçın mı uzadı? Ben mi senin müdürünüm? Bugünlerde benim ağzımdan kaşık kaşık vidalar mı çıkartacaksın? Ne demek bütün bunlar?

Başka rüyalar da görüyorum. İçlerinde çok can sıkıcı olanlar var. O kadar can sıkıcı ki, uyandığımda hiçbir şey hatırlamıyorum. Geriye kala kala sıkılmış bir can kalıyor. Pis bir duygu bütün gün yakamda. Filmlerde gördüğümüz hafızasını kaybetmiş kişiler gibi. Bir ses, bir sözcük, bir işaret, aniden fren yapan bir otomobil hayal meyal görüntüler getirir gözünün önüne eski hayatından ama bir türlü işin içinden çıkamaz, daha da beter hisseder kendisini. Aynen öyle. E hani tersi çıkardı rüyanın? Öyle olsa, kendimizi bütün gün hafiflemiş, iyimser, ağrısız hissetmemiz gerekmez miydi? Ha, tersi de oluyor; şöyle ama, anlamsız bir gülümsemeyle uyanıyorsun, kahramanının sana aşırı derecede iyi davrandığı, fakat kim olduğunu –tabii ki- doğru dürüst hatırlayamadığın mutlu bir rüya finalinin ardından. Ve sonra, bütün gün düşün dur… Kimdi o? Tersi mi çıkacak? Kim bana köpek muamelesi yapacak?

Gecenin aşama aşama yaklaşması rahatlatıyor ama insanı. Zira ucunda uyku var. Ve uyku, tuhaf ama, unutmak demek. Sıfırlanmak demek. Yeni hatırlayamayışlara yer açmak demek. Şunu da düşünmeden edemiyorum, hatırlayamayacak olduktan sonra bir şeyi yaşamanın ne anlamı olabilir? Bir robottan, bir hesap makinesinden, bir sanal hayvandan ne farkın kalır? Gel gör ki, ne uykunun, ne rüyanın ne de unutmanın önüne geçilemiyor. Gece oldu mu gizli bir el basıveriyor düğmeye. Belki de uyku sırasında, daha önceki uykulara dair ve uykuya özgü farklı bir farkındalık, farklı bir hafıza devreye giriyordur. Belki de ortada bir hafıza kaybı yoktur. Tıpkı yumurtanın akı ile sarısının yanyana ama birbirine karışmadan durabilmesi gibi, aynı kabuk içinde iki ayrı hafıza vardır ve delilik de bu yumurtanın çırpılması ile yapılan bir omlettir. Kim bilir?

Alimlerin iddiasına göre, biliyorsunuz, gün boyu başımızdan geçenlerin muhasebesiymiş rüyalar. Herhalde çoook eskilerden, ateşin bulunmasından çok daha eskilerden kalmış bir alışkanlık bu. Şöyle ki; hava karardıktan sonra yapacak ne kalıyor geriye? Pek az şey. Her yer kapalı. Yani her yer karanlık, işe yaramaz, tehlikeli. Sağlam bir ağaç dalına tüneyip hayal kurmak en iyisi. Hatta kaçınılmaz. Madem bütün gece aynı dalın üzerinde, sadece hayal kurularak ve mizan çıkartılarak geçirilecek, o halde tüm sistemlerin gündüzmüş gibi var güçleriyle çalışmalarının da pek bir anlamı yok. İşte uyku bu noktada devreye giriyor. Daha doğrusu devreleri kapatıyor, kişi stand-by konumuna geçiyor. Evlerimize hapsedip kendimize benzettiğimiz hayvanları saymazsak, doğadaki canlı türlerinin çoğu hâlâ bu kurala göre yaşıyor. Gece ve uyku tam örtüşüyor. Biz ise dersinin başına bir türlü oturamayan haylaz öğrenciler gibi uykuyu geciktirdikçe geciktiriyoruz. Doğadan ders almıyoruz. Atalarımızı aklımıza getirmiyoruz. Gece ortalıkta dolaşmanın tehlikeli olduğunu unutuyoruz. Ancak gecenin “yarısı” olduğunda teslim oluyoruz uykuya. Sonra ne oluyor? Gün ağarırken, doğa görkemli bir uyanışla buhar çıkararak, ışık saçarak gerinirken, biz hâlâ hatırlayamayacağımız rüyalarımızla boğuşuyor, hiç yaşamamış ve hava karardığı andan itibaren yatağımızda geçirmiş olmamız gereken dün gecenin çetrefil muhasebesiyle uğraşıyor oluyoruz.

Sonra da akşama kadar düşünüyoruz, “Üfff, nedir içimdeki bu sıkıntı?” diye.

Bak sen!

 

Mayıs 2001

Yukarıdaki fotoğraf, Ofset Yapımevi için ürettiğim Bookbound serisi tanıtım fotoğraflarından biridir. Zeminde, OY tarafından basılmış olan yandaki kitabın sayfaları kullanılmıştır. Bakalım fotoğrafta kaç kadın yüzü bulabileceksiniz.

 

 

 

 

Written by Orhan Cem Çetin

10 Mayıs 2020 at 13:31

Dünya Tiyatro Günü Münasebetiyle

leave a comment »

Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı oyununun kulisi. (1989 sonu ya da 1990 başı) Soldan sağa: Funda Postacı, Figen Evren, Bican Günalan, Derya Baykal, Tarık Papuççuoğlu, Ferhan Şensoy, Hakan Sepetçi, — , Serdar Kalafatoğlu, — .

 

Yukarıdaki fotoğrafımda Ortaoyuncular Ses 1885 tiyatrosunun, sahnenin altında yer alan, merdivenle inilen kulisini görüyorsunuz. Tarihten emin değilim ama bir kopyasını tam 30 yıl önce 27 Mart günü Ferhan Abi’ye hediye etmiştim.

Aşağıda da, kendisiyle bir zamanlar görsel yönetmenliğini yaptığım amann dergisinin Ocak/Şubat 2000 tarihli sayısı için yaptığım röportajı bulabilirsiniz.

(Genel yayın yönetmeni Zeynep Tunuslu ve grafik tasarımda Vahit Tuna ile birlikte çalıştığımız bu çılgın derginin sayılarına sahaflarda tesadüf ederseniz hiç düşünmeden alın derim.)

Sevgili tiyatrocu arkadaşlarım ve arkadaşım olmayan tiyatrocular; hepinizi kutlarım, kucaklarım. Bakın Ferhan abimiz nasıl da öngörülüymüş:

Cem: 2000 yılının gelmesiyle aslında yeni bin yıl başlamıyor ama herkes öylesine havaya girdi ki devamlı “yeni bir çağa giriliyor” filan, böyle genel bir psikolojik dalgalanma var. Gerçekte sadece bir tarih değişimi olmasına rağmen psikolojik olarak insanlar değişecekler gibi geliyor bana; ister istemez yeni bir çağa giriyoruz diye düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu değişimden sonra en çok neleri özleyeceksiniz?

Ferhan Şensoy:  Yani, dediğin gibi yeni bin yıl değil ki, yeni bir yüzyıl başlıyor. Yani yirminci yüzyıl bitiyor, yirmibirinci yüzyıl başlıyor. Ama tabii yirminci yüzyılın sonuna doğru teknolojik olarak insanlığın vardığı noktada özellikle bilgisayar dünyası, internetle açılan elektronik fay kırığıyla dünya çok küçüldü. Oralardan çok başka bir yerlere gidiliyor. Ve sanırım büyük bir yalnızlığa gidiyor insanoğlu, çünkü benim bu işlere kafayı takmış arkadaşlarım var. Abi senin e-mailin yok mu falan diyenler var. “İnternette şeye geçtim, ordan kitap ısmarladım…” Sonra hesabını yaptığında günde kaç saat başında oturuyorsun? “Hiç çıkamıyorum abi.” Yani odasında o ekranıyla yaşamaya başlıyor. Giderek eğitimin falan da böyle olacağı mümkün. Niye olmasın ki, herkes evinde internete girer gibi derse girebilir. Deli gibi servis şoförlerine, okula gitmelerine falan gerek kalmayabilir. Oralara geleceğimizi zannediyorum; bu da insanlığı muhteşem bir yalnızlığa götürecek. Yani bu bin yılın, yeni bin yılın önemi yirminci yüzyılın son yıllarındaki muhteşemi işte cep telefonuydu, internetti, bu buluşlar ve elektroniğin hızla ilerlemesinden ötürü 2000 belki o anlamda çok önemli.

C: Ama bilgisayarlar da kötü bir şaka yapabilirler. 2000’e girdiğimiz sırada böyle bir risk var galiba. Takvimler sıfırlanacakmış.

FŞ: Evet ben bilgisayardan çok anlayan bir tip değilim. Bilgisayarı ben daktilo olarak kullanıyorum, daha hızlı olduğu için ve hafızasında koruyabildiği için. Çok anlamış değilim, yani 000 niye olacak, o niye düşünülmemiş her şey icat edilirken. Değil mi? Oraya gelineceği biliniyormuş, her şey düşünülmüş o niye düşünülmemiş? Bunu çok anlamış değilim ama ne olacak her halde düzelecek böyle bir şaka da yapsa. Sonra düzeltilecek bu, bir yolu vardır herhalde.

C: Bu arada orta oyuncular.com diye de birşey de gözüme çarptı. Yani siz de internete girmiş durumdasınız.

FŞ: Evet evet ben bunlardan geri durulmasından yana değilim. Kendimin bizzat evde var, çocuklarımın var. Zaman zaman gerektiğinde ordan onlar aracılığıyla bakıyorum. Ben onun başında oturmaktan kaçmak istiyorum. Zaten benim işim bir printerin başında oturup yazmak olduğuna göre saatlerim onun başında geçiyor. Geri kalan saatleri de ona ayırırsam oradan kalkamıyor gibi bir şey oluyor. Ben yazmaya ayırdığım, okumaya ayırdığım zamanı ona ayırmak istemiyorum. Bu yüzden kaçıyorum. Çok televizyon da izlemem örneğin; o da aynı şey benim için. Vakit kaybı olarak görüyorum.

C: Peki internet üzerinden tiyatro yapmak zorunda kalacağınızı hissediyor musunuz?

FŞ: Ben kalmıyacağım ama şu an Ferhangi Şeyler’in bandı var internette, girip dinliyorsun. Tanju’nun Monaco’ya gol attığı günün, piyasaya çıkmış bir bantı vardı. Onu birisi yüklemiş. İnternet böyle bir yere de getiriyor bizi. Herkes istediğini yükleyecek ve orda ne telif kalıyor ne haklar kalıyor, orada hukuk da çalışmıyor. Kim yükledi belli değil. İnternet bulunurken bu da düşünülmemiş. Bu anlamda herşeyini orda bulacağı için pek sandalyesinden kalkmayacak bir prototipe gidiyor dünya. Çünkü herşeyini oradan yapacak.

C: Tamamen başka bir konuya geçiyorum. Son yıllarda ne zaman birisi çıkıp stand-up yapsa, tek kişilik bir oyun oynasa ,sahneye tek başına çıksa, ondan söz edilirken sizin adınız da anılıyor beraberinde. Bunu hepimiz biliyoruz. Yani rahatsız edici boyutlara da geldi belki sizin için.

FŞ: Evet karşılaştırılmasına karşıyım. Çünkü benimki tiyatro. Stand-up dedikleri başka bir şey. Nitekim yapanların çoğu da oyuncu falan değiller. Birden bire onunla başlıyorlar. Yani tiyatroya öyle başlanamayacağına göre bu tiyatro değil. Onlar da tiyatrocu olma iddiasında değiller. “Stand-up”çı olarak, başka bir şey olarak çıkıyorlar. Benimle ilişkinin kurulmasının sebebi Ferhangi Şeyler’in on dördüncü yılını bitiriyor olması. Ferhangi Şeyler oynandığı dönemde onlar çocuktular. Hepsi okuldaydılar. Ferhangi Şeyler’i izleyerek büyümüş bir kuşak bunu yaptığı için, etkilenmiş olmaları söz konusu ve ben onların örneğiymişim gibi sunuluyor. Ben onların örneği değilim; onlar ama bundan örnek almış olabilirler. Nitekim hepsi iki perde oynadığına göre dünyadaki stand-up formatının da dışındalar. Bir perde antrakt sonra ikinci perde biçiminde oynadıklarına ve aşağı yukarı aynı süreyi oynadıklarına göre, oradan format almışlar denilebilir.

C: Üstelik siz de reddediyorsunuz bunu onlar da reddediyorlar, buna rağmen hala böyle birşey…

FŞ: Bu benzetme sürüyor. Bence ilgisi yok. Onların yaptığı başka bir şey. Yani ben bir tiyatro metnini oynuyorum. Ferhangi Şeyler on dördüncü yılında. İçinde değişiklikler oluyor ama kemikleşmiş hiç değişmeyen bir metin var. Oyunun uzun bir bölümü; ağırlığı o. İçinde değişken bölüm diyelim ki yirmi dakikadır. Gazetelerdir veya doğaçlama yirmi yirmi beş dakikadır. Gerisi zaten klasik olmuş bir oyun. Hatta eskimiş şeyler var oyunda. Ben onları özellikle koruyorum. Böylece bir dönemin de belgeseli olarak duruyor.

C: Şundan da kaynaklanıyor olabilir mi Ferhangi Şeyler’in bir stand-up gibi anılması, çok kendiniz gibi duruyorsunuz ve çoğu oyununuzda da zaten benzer bir tiplemeyle görüyoruz Ferhan Şensoy’u sahnede.

FŞ: Evet, ama orada ben Ferhan Şensoy’u, birebir kendimi anlatıyorum. İzleyiciyle böyle bir direkt konuşma var. Ama bunun içinde, anlatırken taklit olarak yaptığım, oynadığım başka tipler de var. Ama birebir Ferhan Şensoy olması da bu benzetmeyi yaklaştırabilir. Çünkü başka bir rol oynamıyorum orada.

C: Peki genel olarak -az önce söylediğime geri dönmek istiyorum- oynadığınız bütün oyunlarda aşağı yukarı aynı tipleme olduğu yönünce bir düşünce var. Seyirci sizi böyle bir kalıba zorlamış olabilir mi?

FŞ: Yoo, hayır. O, benim kendi komiğimi bulduğum için, kendi komiğimi o role yerleştirmemdir. Doğaldır bu, her oyuncuda vardır. İnsan kendi komiğini zaman içinde bulur, kendinin en komik halini bulur, oyununu onun üstüne kurar. Yani o adamı ben nasıl oynayacaksam öyle oynarım. Zaten yazan da ben olduğum için, çıkış noktasında da öyle yazılmış bir rol.

C: Kendinizi oyuncu, yazar, yönetmen olarak nasıl buluyorsunuz? 

FŞ: Ben aslında işimi yazarlık olarak düşünüyorum. Diğerlerini bir gün  yapmayabilirim, bırakabilirim, sıkılacağım işler olabilir ama asıl işimi yazarlık olarak görüyorum. Yazarlık ölene kadar yapılacak bir şey diye düşündüğüm için, ben “İşiniz ne?” dendiğinde, “Yazarım,” diyorum. Asıl olarak da benim için önce o geliyor. Oyunculuk tabii ki yazarlığımdan sonra gelmiş bir şey zaten benim hayatımda da. Daha tiyatro yazmadan önce, şiir ve öykü yazıyordum. Hep var yazarlık, çok eskiden beri. Ama oyunculuk yazarlığı da gölgelemiş, onun önüne geçmiş durumda. Örneğin buraya gelen izleyiciler kitaplarımı gördüklerinde çok şaşırıyorlar. “Aaa! Kitaplarınız da mı var?” diyor adam, on iki tane almış imzalatmaya geliyor, birden kendimi Tüyap’ta gibi hissediyorum! Hiç bundan haberi olmayan, “Aaa! Ne zaman yazdınız bunları?” diyen tipler var böyle. Ama yazar-yönetmen-oyuncu dediğimiz şey bende bir bütün zaten. Bunu Ferhangi Şeyler’de somut olarak görüyoruz. Ferhangi Şeyler’de ayrı bir durum daha var. Stand-up’çıya birisi bir metin yazıyor, öbürü çıkıp oynuyor, o birinin metnini oynuyor, ona hazırladığı gag’leri yapmaya çalışıyor… Benimkinde doğal olarak yazar, yönetmen, oyuncu, birebir, aynı anda doğaçlama durumundayım. Her şeyi kafama göre değiştirebiliyorum. Bir bütün olarak, bir araya geldiğinde de bence başarılı oluyor. Ben tiyatromda başka yazar, başka müzisyen, başka dekoratör gibi benim dışımda insanlar da kullandım. Dönem dönem kullanırım zaten. Hepsi Ferhan Şensoy olmasın, o damga olmasın diye. Zaman zaman, niye hepsini kendisi yapıyor gibi bir eleştiri de var. Ama tiyatromda başarılı olanlar ve kalanlar, hep benim imzalarım. Bir başka müzisyen, bir başka dekoratör ve ya bir başka kostümcü, öbür işlere başka biri girdiği takdirde o kadar başarılı olamıyoruz.

C: Ben de çok nadir böyle birkaç başka imzalı oyun hatırlıyorum. “Aşkımızın Gemisi Fındık Kabuğu” vardı, “Yorgun Matador” vardı, “Şu Gogol Delisi” vardı, ama o bir tür esinlenme…

FŞ: Evet. Esinlenme, ama sonuçta orijinal metin.

C: Pek yok yani. Ama “Yorgun Matador”un, özellikle sahne arkasına ve hazırlıklarına tanık olmuş birisi olarak, çok müthiş bir şevkle, çok büyük bir tutkuyla hazırlandığını hatırlıyorum. Yani çok inandığınız bir oyundu ama gişe yapmadı. Beni de çok şaşırtan bir şey ve sizin genel çizginizin dışında bir oyundu…

FŞ: Evet esprisi farklı bir adam…

C: Seyirci sizden başka bir şey bekliyordu galiba ama siz oyuna inanıyordunuz herhalde?

FŞ: Tabii inanıyorduk ki iki yıl oynadık. Ama beklediğimiz ilgiyi görmedi. Belki sunumundandı. Sonradan özeleştiri olarak yaptığımız, aramızda konuştuğumuz bir şey. [Pierre Henri] Cami’nin oyunları çok kısa. Çok kısa oyunları biz daha da parçalayarak, dört perdeye ayırarak, saç örgüsü biçiminde kurguladık. Belki öyle kurgulanmayıp olduğu gibi, Cami’nin skeçleri olarak bağımsız kurgulansaydı ve ben orada Cami’yi oynayacağıma başka karakterleri oynasaydım. Onların beklediği Ferhan Şensoy yoktu. Ben anlatıcıydım. Cami’yi ve hayatını anlatıyordum, diğer arkadaşlar skeçleri oynuyordu. Skeçlerin saç örgüsü bana çok şık gelmişti. Oyuna bir sinema boyutu getiriyor, Cami’nin dünyasını daha iyi veriyor diye düşündüm. Belki öyle olmasaydı o kurgu daha iyi geçebilirdi halka ancak Fransa’da da oynanıyor ve tutmuyor. Yani dünyanın hiçbir yerinde kimse Cami oynamaya cesaret edemiyor. Böyle bir çılgınlık olduğunu biliyorduk biz de. Sadece çok güzel bir kadroydu. Münir Özkul, Erol Günaydın, Rasim [Öztekin], Derya [Baykal], Demet [Akbağ]; çok iyi bir kadromuzla sunduğumuz için biz bunu bu kadroyla seyirciye iletiriz diye düşündük. Ama sandığımız gibi geçmedi. Olsun, bunlardan caymıyoruz çünkü repertuar yapmamızın sebebi budur. Bu yıl bizim yirminci yılımız. Ortaoyuncular’ın yirminci yılı dolayısıyla bir Çehov yapıyoruz. “Vişne Bahçesi” ama gene kendi uslubumuza çekerek, laz dialektiyle. Bugünün Karadeniz’inde geçiyor.”Fişne Bahçesu” olarak oynayacağız. O insanlar, yani Karadeniz insanlarıyla Çehov’un yazdığı insanlar. O da Karadeniz’in öbür tarafında yani çok benziyorlar birbirine. Hatta Çehov’un metnini ben önce, kendim içinde oynamalar yapmadan önce, birebir metnini önce Lazca’ya çevirdim. İşte Fransızca’sına bakarak, bizim çevirilere bakarak falan. Çehov’un Stanislavski’ye anlatamadığı, komik dediği şeyi bu teksti lazcaya çevirince net olarak gördüm. O adamlar komik konuşuyorlar. Ben Rusça bilmiyorum. Belki Rusça’da da o dialog komik; yani o dialog komik olduğu zaman zaten iş bitiyor birdenbire. O dramatik şeyin altında komik bir dialog var. Bu anlamda “Çehov güldürü müdür? Dram mıdır?” tartışmasına da “Çehov güldürüdür” diye düşünerek ve “Çehov Lazdur Laz Galacakdur” alt başlığıyla tamamen laz penceresinden bakarak böyle bir Çehov yapacağız. Yine bu da ince bir iş ama izleyiciye geçecek bir iş diye düşünüyoruz.

C: Televizyonculuk nasıl gidiyor?

FŞ: Televizyonculuk çok sevdiğim bir şey değil. Bu Cine5’teki olay… Cine5 böyle bir şeyler düşündü. Birer ay. Bir ay Mehmet Ali,  bir ay dört program benimle, şimdi bir ay Uğur’la yapacaklar. Öyle, kısa bir şey, antrenman olarak kendi kendime yaptığım. Cine5 biraz da kapalı bir kutu olduğu için o halka yansıyan bir şey değil. Kimi görsem, bizim evde Cine5 yok diyor. Yani izleyicisi biraz futbol maçı için almış, bir de film seyretmek üzere almış. Ama film seyredenler haftasonu zaten evde oturup da Cine5 seyretmiyorlar. Hafta içi de dönüyor o film diye daha uygun zamanlarında seyrediyorlar. Onların evlerinde de Filipinli hizmetçileri seyrediyorlar cumartesi günü Cine5’i. Yani ben orada bir şeyler yaptım ama çevremden ve benim izleyicim olan insanlardan haberdar olmadıklarını gördüm.

C: Bağımsız Federe Ferhan Şensoy Televizyonu daha mı çok içinize sinmişti? 

FŞ: Yoo bu yaptığım bence daha esprili. O farklı bir şeydi. Orada bir kadroyla yapıyorduk. Burada adamın biri yek başına. Kameraman da kendisi, sanki kalabalıkmış, kadrosu varmış gibi ama tek başına televizyon bir adam. Buradaki espri onlardan çıktı. Çünkü onlar hep tek kişilik gösteriler istediler. Stand-up gibi . Stand-up’çılarla falan da görüştüler o dönemde. İşte öyle tek kişilik gösteriler düşününce, tek kişi mantığına oturtarak ben kameraya da kendim basıyorum. Koşuyor gidiyor haberleri veriyor, hemen kadın kılığına giriyor hava raporunu veriyor. Yani değişmiyor, hep aynı adam da sadece kılık kıyafet değiştiriyor. Öyle bir espri.

C: Peki televizyondan söz açılmışken, bu sene galiba yine bir takım tartışmalar oldu. Ünlü gazeteciler reklamlara çıktı, sizin de reklamlarda görülmeniz yer yer eleştiriliyor galiba. Herhangi bir etik problem görüyor musunuz?

FŞ: Yoo hayır görmüyorum. Bu saçma bir şey. Yani, camekandan bakanlara ait bir yorum. İşin içine girdiklerinde anlarlar ki sanatçı reklam da yapar, hepsini yapar; yani ihtiyacımız vardır. Akbank reklamları olmasa bu tiyatro batardı. Son üç yıldır bu tiyatroya harcanan paranın haddi hesabı yok. Çelik konstrüksiyonu, koltuk değişimi, kadifesi… Dünyada çok az sayıda var bu tiyatrolardan. Dünyanın her yerinde kültür bakanlığının muhteşem parası gidiyor. Her sene devletin bütçesinden o tiyatroların yeniden kadifelenmesi, yeniden bilmem ne olması, bir kaç yıl daha ömrünün uzatılması için. Ses Tiyatrosu’nun bakımı bilet satarak falan mümkün değil. Ya sponsoru olacak, kapıda biracı yazacak, bilmemneci yazacak, bisküvicinin adı yazacak veya ben Akbank reklam filmine çıkacağım. Aynı şey. Ha biri sponsor olmuştur veya ben suratımı satarak o parayla ben sponsor olmuşumdur. Olmasam da sanatçının hakkıdır. Yani ille, buraya harcıyorum diye böyle bir açıklama ihtiyacıyla  söylemiyorum bunu ama öyle olmasaydı bu olmazdı. Onu anlatmak istiyorum. Yoksa ben, böyle bir ihtiyaç olmasa o parayı bankaya koyabilirim, o parayla dünyanın bilmem neresinde tatil yapabilirim. Bu benim hakkımdır sanatçı olarak. Gerard  Depardieu parfüm reklamına çıkıp, adını verip, imzayı atıp parayı alınca orada tebrikleri kabul ediyor Fransa’da. “Helal olsun çok iyi bir iş yapmış Gerard,” diye kapak oluyor bir yerlere, bak kolonyaya çıktı diye. Bizde, “Aaa çok ayıp reklama çıktı.” Ben çıkmasam başka biri çıkacak.

C: Evet, şimdi genelde insanların eşiyle aynı işte çalışması tasvip edilmez. Her dakika birlikte olmaktan maraz çıkabilir daha sonra filan diye. Eşinizle aynı tiyatroda olmak nasıl bir duygu? Olumsuz yanları var mı?

FŞ: Tabii vardır. Sürekli beraberlik… Şu anda ikimiz aynı oyunda oynuyor değiliz. Mesela demin o oynadı gitti, şimdi ben oynayacağım. Tabi sürekli aynı oyunda, evde beraber, tiyatroda beraber, gidip gelme beraber; o hale dönüştüğünde bu sürtüşmeleri getiriyor. Herkes için geçerlidir. Ancak karım tiyatrocu olmasaydı benim yaşantım daha zor olurdu. Diyelim ki karım sabah 9’da işe giden bir kadın. Ben eve gittiğimde o uyuyor olacak, yani görüşemeyeğiz gibi bir şey. Notlaşabilirdik. Bizim hayatımız çok farklı çünkü akşam 9’da mesai başlıyor. O artık işinden çıkmış, yemeğini yiyor, biraz sonra yatması gerekirken ben çalışıyor oluyorum gibi birşey. Bu yüzden tiyatrocular genellikle öyle demelerine rağmen tiyatrocularla beraber olmuşlardır.

C: Türkiye’de, dünyada en zeki bulduğunuz insanlar? Meslekten veya edebiyat dünyasından, sahne dünyasından olabilir veya başka alanlardan…

FŞ: Woody Allen benim idollerimden biri. Ermanno Cavazzoni diye bir yazar keşfettim. Yeni keşfettim ve Türkçe’ye çevirilmesine de aracı oldum. Bilgi Yayınevi’nden çıktı.”Budalalar Takvimi” diye bir kitabını Eren Cendey çevirdi. Çok beğendim yazar olarak. Bir takım arkadaşlara verdim, herkes aynı keyfi almadı. “Eee bunun nesi komik?” diyenler oldu mesela. Muhteşem bir mizah var orada ve muhteşem bir beyin var.

C: Peki sizi Türkiye’de  kim güldürüyor?

FŞ: Yani ben çok gülmüyorum açıkçası.

C: Herkes kadar gülmeye ihtiyacınız vardır muhakkak.

FŞ: Var ama yani aksiliklere, yanlışlıklara, böyle şeylere çok güldüğüm için… Ben gülünecek çok şey buluyorum mesela sokakta. Başıma neler geliyor. Mizah sokakta kol geziyor. Ama mizah yapıyorum diyerek yapanlar arasında açıkçası gülmüyorum. Yani bana zorlama geliyor.

C: Kendinize gülüyor musunuz?

FŞ: Kendim şaşırdığım zaman, dilim sürçtüğü zaman sahnede kötü oluyorum. Gülerim de ağlarım da yani. Konsantrasyon bozucu, “Hastir” falan gibi ağzından öylece çıkmış bulunur, dil sürçer ya. Veya bir aksilik falan olur, onlara gülerim.

C: Peki, büyük bir aksilik, koltuklarla ilgili bir sorun olmuş yakınlarda galiba doğru mu? Herhalde pek gülünebilecek bir şey değil; az önce tiyatronun zorluklarından söz ediyorduk ya.

FŞ: Evet koltukların yenilenmesi işte. 75 yıllık o koltuklar. Kimse değiştirmemiş. Gelen giden üstünü kaplamış, biz de kadife kaplamıştık. Artık değiştirilmesi gerektiğine kanaat getirdik ve birebir aynısının yapılması için bir ustayla anlaştık. Referansları olan bir usta bu, sandalyeleri de o yaptı. Ama koltukları yetiştiremedi. Sanki Türkiye’de bütün marangozlar yalancı olmak zorundaymış gibi, böyle bir şey var. Hiçbir marangozun siparişi dediği gün getirdiği görülmemiş. Bunun için biz şart koyduk, 15 Eylül’de takılmış olacak, bitmiş olacak diye sözleşme yaptık kendisiyle. 28 Ekim’e bilet sattık. Bugün Kasım’ın 27’si, adam hala on gün müsaade edin diyor. Ben de oyunun başına ustadan izleyiciye bir özür mektubu yazdım, onu anons ediyoruz her gün. Ömer Usta’nın, verdiği geçici rahatsızlıktan ötürü özür dileyen bir mektubu var. Onu okuyorum ben, öyle başlıyor oyun. Saçma saçma işler işte yani. Bir de onun takabilmesi için burada 4-5 gün çalışması gerekiyor. Bizim kapatmamız gerekiyor. Milenyuma yönelik yılbaşı kapatmasında getirecek, takacak herhalde.

C: Nelerden taviz vermezsiniz diye bir soru var.

FŞ: Tiyatroda özellikle veya yazdıklarımda da hiç tartışma sevmem. Bu yüzden kendi tiyatromu kurdum. Başka birisi benim patronum olsaydı “Şurasını keselim, burasını biçelim,” diyecekti. Ben başka birisi patronum olmasın, yani sanat adına patronum olmasın diye kendim patron oldum. Ben yazdığım metinden özellikle kendim atarım birşeyler ama ondan sonra da birşeyler atılmasına ya da değiştirilmesine hiç tahammülüm yoktur.

C: Patron olarak taviz vermeyen birisiniz. Sert bir patron olmalısınız.

FŞ: Yok hayır o anlamda değil; patronluğu ben başkası patronum olmasın diye yaptığım için genel anlamdaki patronluğu zaten yapıyor değilim. Tiyatro yapıp paraya ihiyaç olduğu zaman bavulumu alıp turneye çıkıyorum Ferhangi Şeyler’le veya işte Akbank reklamı yapıyorum. Bir yerlerden para bulup getiriyorum. Muhtasar nedir? Bilmem ama ödenmesi gerektiğini biliyorum. Kim o muhtasar? Yıllardır ödüyorum. Korkunç bir şey o; ayın sonuna doğru muhtasar diye bir şey geliyor, o ödenecek. O para yoksa onu bulmak; benim yaptığım patronluk bu yani. Sadece, sanatsal olarak işimize karışan bir patronumuz yok. Sanatın patronu yok, o anlamda düşünürsek.

C: Peki son iki soruya geldik. Yemeklerden kapuska mı, zeytinyağlı pırasa mı?

FŞ: Zeytinyağlı pırasayı tercih ederim.

C: Karakterinizi yansıtıyor muhakkak.

FŞ: Hayır bu bir anket olabilir ama benimki şeyden kaynaklanıyor: “Çok Tuhaf Soruşturma”, 192’nci oyunu oynadık, orada “Sizinki de kapuska mı?” diye bir sahnemiz var. O sahnede akşamları kapuska dağıtımında ot gibi bir şey yiyoruz. Direkt o sahneyi hatırladım, halbuki kapuskayı da severim. Kapuskanın adı insanlara zeytinyağlı pırasa mı dedirtiyor?

C: Yoo bu size özel bir soruydu. Ve son soru, sebze olsanız hangi sebze olurdunuz?

FŞ: Bunu sebze olunca düşünürüm.

C: Çok teşekkürler.

 

Hâlâ / küçük İskender

leave a comment »

Tarih Vakfı tarafından yayımlanan üç aylık İstanbul dergisinin Ocak 2003 sayısı. Çağrı kimden gelmişti, nasıl eşleştik hatırlayamıyorum ama, Mehmet Altun’un sunumuyla, “25 Fotoğraf, 25 Yorum” dosyasında, benim İstanbul’u en iyi anlatan fotoğrafım olduğu iddiasıyla seçtiğim kare için, küçük İskender bir metin yazmıştı.

Hâlâ
Bu şehirden beni kim götürüyor?! Belirsiz bir hafıza toplamı mı, yoksa ciddiyetini kaybetmiş çocukluğumun özgür kalma arzusu mu?! Oysa kalabalığa karışan ve o kalabalıkla birlikte koskoca bir tarihi yeniden kurgulayan zaaflarım, geriye dönüp bakışlarım, masumiyetimle şekillendirdiğim otoritem, gizli ihanetlerim, terk ettiğim mahalle arkadaşlarım bile var.
Sımsıkı kapatılmış bir kapı İstanbul: Bizans ağacından. Kilidine sokuyorum parmağımı; “Sen, sabahları sokağından geçen izinli askerlerin yazdığı tek bir yar mektubusun. Bırak, mektupları sadece doğal soprano martılar okusun. Topla eşyalarını ve git buralardan. Gittiğin yerlerde buraları özlemeyi, buralarda yalnız kalmanın hayalini öğren. Çelişkilerden bunalmayı, varoşlarda taştan, topraktan yemek yapma mecburiyetini, seni üstün kılan karmaşayı, geceleri kendi kalbine bir aç kurt gibi inmeyi ve tamburun sesindeki ince zarafetin sorumluluğunu öğren,” diyor İstanbul. Elinde iltihaplı bir bıçak; anlaşıldığı üzre bıçak saplanmadan hayat başlamayacak!
Ah, Kız Kulesi’nin dudaklarına Osmanlı kafiyeli şiirler yapıştırıp tüydüğümüz maceralarda unuttuğumuz ölülerin sayım işlemi devam ediyordu. Siyahtık. Ve siyahlığımızın beyaz olduğunu keşfedebilmek için İstanbul’un kavanozuna giriyorduk. Bir ufaklığın yakaladığı küçük örümceği hapsettiği kavanoz misali. Bir kavanoza giriyorduk; dışımızdakiler kapağı sıkıştırıyorlardı.
Bilirsiniz: İstanbul’a bir kuş konmuş. Beşiktaş, yakalamış. Ortaköy, kanatlarını yolmuş. Kadıköy, pişirmiş. Karaköy, yemiş. Beyoğlu, gasptan dönmüş: “Hani bana, hani bana!” demiş. Yo, çılgınca bir gıdıklayışla bitmiyor bu tekerleme. Beyoğlu, kuştan artakalanlarla doyurmuş sokak çocuklarını, sokak ayyaşlarını, sokak delilerini ve sokak sevgililerini. Hikâye bu ya!
En güzel semtteki evinize sığının hemen. Size kötü fıkralar anlatan yağmura rağmen cama dayanıp saati soran kumruya üzgün olduğunuzu ima etseniz de, biliyorsunuz, İstanbul kanat bulsa havalanacak. Siz, rüzgârında titreyeceksiniz. E, hüküm bu: İstanbul, kendi göğsüne jilet atar.
Bu şehirden beni ne götürüyor?! Eskimiş insanların delik deşik ettikleri yanlış mazileri mi, yoksa lisanı bozuk ilişkiler mi?! Hangi şarkının peşine düşsem aşk acısı çeken bir çaresiz, mutsuz bir ihtiyar, babasını sevmeyen bir oğlan çocuğu, gururu yüzünden katil olmuş biri, yalnız bir ressam buluyorum. Oysa İstanbul havadar, güneşli ve egzotik. Oysa İstanbul samimi ve gaddar. Bu şehirden beni melekler götürüyor.
Annemle alışveriş için Balıkpazarı’na çıkmıştık. Serin bir ilkbahardı. Önce turşu aldık biraz. Bana da lakerda. “Ben Papağan’dan yüz elli gram kahve alıp geliyorum, bekle” dedi ve gitti annem. Yıllar geçti üstünden. Çıkagelmedi. Orda, öyle, mor bir leke halinde onu bekliyorum hâlâ.

Ne metin ama… En büyük pişmanlıklarımdan biri, bu güzel eşleşmeyi bahane ederek onunla tanışmamış, tanışmayı ertelemiş olmamdır.


Dergideki 25 eşleşme:

Fotoğrafın daha iyi bir versiyonu:

Written by Orhan Cem Çetin

24 Mart 2020 at 19:45

Derin Kadar İnce

leave a comment »

Orhan Cem Çetin, sanatı yakından bakmanın türlü yolundan biri, fotoğrafı ise anlamın etrafında örülen bir eksiltme, indirgeme sanatı olarak tarif ediyor. Evrenin, hayatın, varoluşun içinde bir sahne düşünün. Çıplak gözle göremeyeceğiniz bir teferruat, hayal edemeyeceğiniz kadar çeşitli ve şenlikli, yasını tutamayacağınız kadar gerçek ve kırılgan, diğer yandan hayatın ana fikrine dair sıkıştırılmış bir “gerçekliğin” temsilinden sizi azat edecek kadar berrak bir görüntü… Görme eyleminin özgürlüğe kaçtığı ve varoluşun doğasına yakalandığı bir anı değil ağır aksak bir ritmle imgenin içine gömüldüğümüz ve zihnimiz imgeden kurtulsa da sorularını cebimizde gezdirdiğimiz bir temaşa.

Alternatif yöntemlerine yenilerini eklediği çalışmaların anlam katmanlarını çoğaltıp çeşitlendirerek üreten Orhan Cem Çetin, fotoğrafa kerameti kendinden menkul bir değer biçmek yerine, seyircisini önce fotoğrafın anlam evrenindeki inceliklerine yaklaştırıp sonra derinlere sürüklüyor. Seyircinin vurgun yememek için yüzeye çıkmanın heyecanına kapılmadan, telaşeye düşmeden sakin kalması gerekiyor. Derin kadar inceliğin ritmini yakalamak maharet istiyor.

Kurgulanmış sahnelerin dışında hangi sahneler ve anlamlar, ne kadar söz ve göz dışarıda bırakılmıştır. Bir önemi yok. Sanatçının anlatmayı arzuladıklarına eşlik etmek kafi geliyor. Başka bir öznellikten çıkıp gelen, kendimiz için hayatın nüvesine dair ipucu yakalama ihtimali meraka dönüşüyor.

Fotoğrafın içine sızan kılcal damarlar, akışlar, şeylerin farklı halleri, canlı olan ile canından olanların bütünleşmiş dünyası, ölü doğanın içinde canlı kalan şeylerin alemine davet çıkarıyor.

İçinde yer bulduğumuz zamanı, duygular mirasını, hafızanın çölleştiği ve parladığı yekunu presleyip bir kadraja sığdırabilsek neler düşünürdük? Sanatçı, böyle bir imgeyi üretmenin imkansızlığı, derin kadar ince sahneler kurgulayabilmenin heyecanıyla üretiyor.  Preslenerek düzleştirilmiş organik yapıların görüntüleri ve boyanmış kağıt negatif tabanlı baskılar malzeme ve üretim sürecine dair bildiğimiz yöntemlerin sınırlarını esnetiyor.

Ölçekler küçülüyor, anlamlar derinleşiyor, renkler patlıyor ve ayrıntılar keskinleşiyor. Orhan Cem Çetin, seyirciyi estetiğin büyülü tuzağına kaptırmadan, bu sefer boyalı kuşu boyalı ağacına İzmir’de kondurarak serüvenine devam ediyor.

Eda Yiğit

 

 

 

 

Harare

leave a comment »

Written by Orhan Cem Çetin

20 Eylül 2019 at 11:52

Sahnesini Yutan Adam: Roger Ballen

leave a comment »

Aşağıdaki metin, sanatçının 28.12.2016 – 30-07-2017 tarihleri arasında İstanbul Modern’de izlenen Roger Ballen: Retrospektif sergisi için yazılmış, sergi kitabında yer almıştır.

Tommy Samson and a mask // Tommy Samson ve bir maske (Roger Ballen)

Fotoğrafın diğer anlatma biçimlerinden farkını ortaya koyabilmek için sadece kendisine bakmak yetmez. Fotoğrafçısına, kanıtı olduğu zaman dilimine, ona bakana, onunla nerede karşılaşıldığına ve çoğu kez gözardı edildiği üzere –ve elbette varsa eğer– içinde görünen insanın ne yaşadığına çok dikkatli bakmamız gerekir.

Ben de bir fotoğrafçıyım. Üstelik benden önceki fotoğrafçılara da biraz kızgınım. Zira, yıllar sonra anladığım üzere, “Al buradan yürü,” diye önüme dökülen külliyat, bir hayli kafa karıştırıcı. Varolan tüm fotoğraflar ve onlar hakkında söylenmiş, yazıya dökülmüş sayısız fikir, büyük bir iktidar oyununu ortaya koyuyor; ortaya koymakla kalmayıp onu meşrulaştırıyor da.

Kullandığımız jargon bile belli ediyor: fotoğrafçı, hükmedendir. O yakalar. O vurur. O ölümsüzleştirir, dondurur, koruma altına alır, bellek oluşturur, tarih yazar. Savaşları durdurur veya başlatır. Manipüle eder, dönüştürür, gösterir, yüceltir, isterse yerin dibine sokar. Veya gözler önüne serer ya da keyfi bilir; belki de göstermez, sonsuza dek saklamayı seçer.

Şu hale bakın; nasıl birisinden bahsediyoruz. Bu olağanüstü bir güç, sınırsız bir erk değil mi? Kim istemez bu denli güçlü, neredeyse bir yarı-tanrı olmayı?

Korkarım, fotoğraf yapmaya başlayan herkesin ruhunu ince bir buz tabakası gibi sarıyor bu iktidar ihtimali. Üstelik her fotoğrafçı bu ayrıcalığı uç noktalara taşıma şansını kendisine tanımak adına, bunu becerebilmiş olanları da kutsuyor, tanrılaştırıyor ki o mevki korunsun, her şeye kadir olma şansı baki kalsın.

Öte yanda, neredeyse tüm kültürlerde tevazu, benliğini ezip küçültmek, öğütmek, hırslarından vazgeçebilmek, başka insanların nezdinde kendini varoluşun merkezinden çekip almak ve bir kenara fırlatıp atabilmek en önemli erdemler arasında sayılmıştır. Fotoğrafçının kendisine biçtiği baskın, buyurgan rol ile pek bağdaşmıyor değil mi?

İstisnalar yok mu? Elbette var. Hatta, çekinmeden iddia ediyorum, dünya kültürü içinde iz bırakan ve dönüştürücü, hatta sağaltıcı etki yaratan en önemli ya da benim için en makbul fotoğrafçılar işte bu aşamaya geçebilenlerdir.

Sayılarının çok az olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu mertebeye kolay gelinmediği açıkça görülür. Bulutlardan aşağı atlamak herkesin harcı değil. Zira, önce bulutlara ulaşmak gerekiyor. Sahip olmadığınız bir şeyden vazgeçmeniz o kadar da zor değil. Anlamlı ve öğretici hiç değil.

Bu söylediklerim sadece fotoğrafçılar ya da sanatçılar için değil, her halde herkes için geçerli. Zaten, sanatçı dediğin nedir ki? Bana kalırsa o da herhangi bir insandır ve bir tane hayatı vardır ve o bir hayatı, son tahlilde, diğer tüm insanları temsilen, kendisini alenen anlamaya çalışarak tamamlar. Herkes gibi. Ne var ki, onun yöntemi farklıdır ve çabası, araştırmaları, bulguları fazlasıyla göz önündedir.

Fotoğrafın, insan aklının malul olduğu hatırlama ve algı süreçleri ile doğrudan ilişkili olması, bulunuşundan bugüne baş döndürücü bir ivme ile gelişmesini, varoluşunu kavramaya ve hissetmeye çalışan herkes için gözde bir uğraş haline gelmesini açıklıyor sanırım. O nedenle, az önce söz ettiğim bulutları da usta fotoğrafçılar tıka basa doldurdu, dolduruyor.

Bu mevkiden feragat etme olgunluğunu kimler gösterebildi? Diane Arbus hemen aklıma geliyor. İlginçtir, bu yazıya vesile olan Roger Ballen’ı araştırmaya başladığınızda da bu isim sıklıkla karşınıza çıkıyor.

Ballen hem fotoğrafladığı insanlara hem de izleyicisine üstünlük kurmaya çalışmayan, aksine icraatını onlarla birlikte gerçekleştiren bir sanatçıdır.

İnsan aklının bir “maluliyeti” de meraktır. Sadece onu tatmin etmek için, Ballen’ın yaşadığı yerleri ve dönemi, aldığı eğitimi, kimlerden etkilendiğini dilerseniz öğrenin. Ama işlerini kavramak, hissetmek, onların sizi değiştirmesine fırsat vermek için bütün bunların gerekli olduğunu zannetmiyorum. Bulutları dolduranların aksine.

Ballen’ın çalışmaları bütün bunları bilmeniz gerekmeden, hatta bilmediğiniz takdirde belki –kendi içinizde oluşacak– daha büyük bir güçle sizi kendinizle tekrar tekrar çarpıştırmaya hazır, bekliyor.

Fotoğraf bir indirgeme, eksiltme sanatıdır deriz. Karşınızda kainatın tamamı durur ve siz onun içinden adeta mikroskopik bir ayrıntıyı kayıt altına almaya karar verir ve bunu da güya yaparsınız. Bu
durumda fotoğrafınızda neleri görünür ettiğiniz kadar; neleri, kimleri, hangi anları dışarıda bıraktığınız, kaydetmemeyi seçtiğiniz de anlam kazanır.

Bir fotoğrafa çok fazla şey doldurmaya çalışmak da bir tür oburluk, dolayısıyla bir başka erdemsizlik değil mi? Ballen’ın işlerine bu gözle de bakmak gerek; onu değil, kendimizi memnun etmek için.

İzlediğimiz sahne ile dünyanın geri kalanını sertçe ayıran ve bir duvar olduğunu asla reddetmeyen bir duvar. Dış dünyayı fotoğrafın içine sızdırmaya yetecek incecik teller, çizgiler, kablolar, taşıyacak
kıyafet bulamamış elbise askıları ve sadece kendilerini bağlayan, hayat taşıyan kılcal damarları andıran ipler. Gerçeklik ile aklın labirentleri arasındaki kapı: yatak. Fotoğrafı gölgelerle birlikte var eden ışığın en çıplak hali, süslenmeye tenezzül etmeyen ampuller. Ve insanlar. İlk bakışta en hafifinden “sorunlu” diyebileceğimiz karakterler, yalın ancak büyük bir dikkatle oluşmuş dekorun içinde sıra dışı bir tiyatro eseri sergiliyor. Göz yaşartıcı, kıskandırıcı bir açık yüreklilikle kendilerini sergiliyorlar.

August Sander’in Almanlar tipolojisi her zaman çok ilgimi çekmiştir; zira bu fotoğraflardaki insanlar, “kendileriymiş gibi” yapmaktadırlar. Meslekleri üzerinden kendi varoluşlarına dair idealar üretmiş ve sırf bu yüzden kendileri olmaktan da çıkmış, ruhları bedenlerinden ayrılmıştır. Tarlasına tohum savuruyor pozu içinde donup kalmış olan çiftçi (ki, poz vermek köken itibarıyla durmak demektir), bir korkuluktan farksızdır. Bu nedenle, Sander’in ünlü serisi belgesel fotoğraf ile sahnelenmiş fotoğrafın kesiştiği tuhaf bir yerde durmaktadır. Ballen’ın işlerinde de acaba benzer bir durum var mı? Bu külliyat bir belgesel mi, yoksa bir kasaba tiyatrosu mu? Olan biteni bize olduğu gibi gösterme iddiasında bir nesnellik mi tanık olduğumuz, yoksa “oynandığını” utanmadan sıkılmadan kabul eden, yani yerel oyuncularla üretilmiş, sahnelenmiş fotoğraflar mı karşımızdaki?

Sanırım Ballen’ın işleri bu kategorilerden hiçbirine sığdırılamaz. Kategorize etmenin şart olup olmadığı düşünülebilir elbette; ama kategoriler kullanışlıdır ve önyargı yaratarak yanıltıcı olabildikleri gibi, incelikli ve temkinli kullanıldıklarında işe yarar, kavrayışımızı kolaylaştırırlar.

Ballen’ın fotoğrafları hiç kuşkusuz sahnelenmiştir. Ancak burada sahnelenen, Sander’den farklı olarak bir kusursuz idea değil, insanların kusurlu, hakiki kendileridir. Sander, fotoğraflarında kendisini itina ile saklar, yok ederken (ki, seride neredeyse tüm meslekler temsil edilirken, en kolay dahil edilebilecek meslek erbabı şaşırtıcı biçimde hariç bırakılmıştır: fotoğrafçı), Ballen her fotoğrafın, ya da
sahnenin hem yaratıcısı, hem de öznesidir; tıpkı fotoğraflarda görülen insanlar gibi. Bu üslup, daha çok bir foto-performans ya da canlı tablo (tableau vivant) geleneğini akla getirir. O halde bu tablolar neyi anlatır? Kendi külliyatı içinde, fazlasıyla erdemli bir noktaya yaklaşırken Ballen’ın artan bir dozla, deliliği yücelttiğini düşünüyorum. Delilik, kaybedecek çok şeyi olanların dünyasında son derece olumsuz çağrışımlar taşır. Zira deli, yapayalnızdır. Tek kişilik bir azınlıktır ve dışlanmayı göze almıştır. Toplumsal mutabakatın tüm nimetlerinden vazgeçmiş, kendi ürettiği gerçekliğin içine hapsolmuştur. Ya da şöyle düşünebiliriz: kendi üretimi olan, tam da kendisine uygun bir gerçeklikle yetinebilmiştir. Belki de bu yüzden delilere biraz da gıpta ile bakar, ama ilk fırsatta onları kendi gerçekliğimize çekme iddiasındaki yöntemlerle cezalandırırız.

Kontrollü bir delilik hali olan sanat ise insanlara ceza muafiyeti kazandırıyor. Bu “akıl ile akıl dışılık arasında gidip gelme” haline dair, bir başka yazımdan bir alıntı yapmak istiyorum:

…Sanatın akıl ile akıl dışı arasında gidip gelen bir süreç olduğunu herhalde kabul edersiniz. Bu sadece sanatçıyı değil, izleyiciyi de kapsıyor. Bir roman yazarı nasıl hayallerini satırlara döküyorsa, okuyucu da bu satırları zihninde canlandırır, ayağa kaldırır, kendi rejisiyle oynatırken hayaller görmüyor mu? Metroda kitap okuyan yolcuların inecekleri durağı kaçırmalarına yol açan halüsinasyonlar oluşmuyor mu zihinlerinde? Tiyatro sahnesinde olup bitenler kontrollü ve zamanlanmış bir şizofreni atağı değil de nedir? Koltuklarında oturan ve karşılarında -kimi zaman defalarcakişilik değiştiren oyuncuları izlerken gülen, ağlayan, öfkelenen izleyiciler de birer pasif şizofrene dönüşüyorlar bence iki perde arasında. Bunu en iyi kavrayabileceğiniz nokta, oyuncuların topluca kulisten selama çıkışlarıdır. Yüzlerinde, eski ve daha az enteresan kimliklerine geri dönüşlerinin bezginliği okunur. Seyirci onları alkışlarken, onlar da seyirciyi alkışlarlar. Oyun birlikte oynanmış, delilik paylaşılmıştır zira.

Deliliğe övgüler yağdıran ve sanat üretimi için deliliği kavramaya, kullanmaya, yapay biçimde oluşturmaya çalışan, bu uğurda madde kullanan sanatçılar olmuştur. Ama hakiki deliliğin çok
önemli bir özelliği var: Bebekleşmek.

Yani, edepsizleşmek, pasaklı olmak, sezgilerle ve bir serçe kadar kendiliğinden davranmak, ihtiyaçlarını ertelememek, her fırsatta soyunmak, hayvanlarla iyi anlaşmak ve onları insandan ayırmamak, eşyayla konuşmak ve iletişimde kural koyucu olmak, bedenini oluşturan parçalar arasında hiyerarşi oluşturmayıp, hepsini bir ve kıymetli saymak, onlara sahip çıkmak, asla söz dinlemeyip bütünüyle başına buyruk olmak. Bunlara, çok uyumayı, gerçek ile rüyayı ayırt etmemeyi (edememeyi değil), kendisi ile dış dünya arasındaki sınırı kaldırmayı da ekleyebiliriz. Bütün bunlar, delilerin ve bebeklerin ortak özellikleri. Bu manzaranın hangi anlama geldiği çok belli: Delilik, size öğretilen her şeyi külliyen reddedip başlangıç noktasına, yani aslına dönme halidir… (Danışıklı Deli”, Güncel SANAT, Ocak 2015)

Ben Roger Ballen’ın yapıtlarında işte tıpatıp bu manzarayı görüyorum. Tıpkı Diane Arbus’un “gerçek aristokratlar” diye tanımladığı toplum dışına itilmiş insanlar
gibi, Ballen’ın sahne arkadaşlarında da müthiş bir kendini var etme cesareti, daha da ötesinde, var etme yaratıcılığı görüyorum. Bu insanlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Onlar, tıpkı birer meddah gibi, çok az malzeme ile, küçücük sahnelerinde, çok büyük öyküler anlatıyor, insan olmaya dair korkutucu ama göz açıcı ipuçları veriyorlar.

Bize aslında ne olduğumuzu, içimizdeki o hep sızlayan ve zaman zaman köpürerek bizi telaşlandıran hayvansı nüveyi bulup çıkartmanın, onun serpilmesine izin vermenin kıymetini hatırlatıyorlar. Bunu bir oyun halinde gerçekleştiriyorlar. Belki bebekliğe dönüşün en keyifli, en zevkli yanı bu. “Homo Ludens”, yani oyunbaz insan olmak. Oyun hayatın provasıdır. Daha az risk alınan, ortaya bir ürün koyma mecburiyeti olmayan, deneme-yanılma fırsatları yaratan ve aslında yanılma şansı da olmayan bir süreç.

Ballen’ın bu sergide izleyeceğiniz çalışmalarında, 1980’lerde “Platteland” ve “Dorps” ile mesafeli ve kurallı başlayan oyunun, “Outland” serisinde daha samimi ve sade bir boyut kazandığını, duvar/sahnenin oluştuğunu ancak sanatçının hâlâ büyük ölçüde bulduğu ile yetindiğini görmek mümkün. “Shadow Chamber”dan itibaren ise oyun, biz dışarıdan bakanlar için zorlaşıyor, oyuncular için ise, belli ki birbirlerini cesaretlendirmeleri sonucunda büyük bir maceraya dönüşüyor, prova olmaktan çıkıp hayatın ta kendisi haline geliyor. Dekor şekilleniyor. Yukarıda saydığım teller, evcil hayvanlar, masklar, çıplaklık, uyku ve saklanma hali nakarata, diğer her şey kulise, sahne arkasına dönüşüyor.

“Boarding House”daki kreşendo, başka bir aşamanın yaklaştığına işaret ediyor: “Asylum of the Birds”. Ballen artık oyun arkadaşı istemiyor ve bana kalırsa onları artık kendi içinde taşıyor. İnsanlar yavaşça gözden kaybolurken, çok daha yalnız ve çok daha kişisel sahneler bize oyunun finaline yaklaştığımızı bildiriyor. Nitekim, “The Theatre of Apparitions” ile birlikte tüm oyuncular ve sonunda uçucu bir yerleştirmeye dönüşmüş olan dekor da ortadan kalkıyor, geriye sadece sahne/duvar ve üzerine sinip canlanan çizgiler kalıyor. Sahne bize, Ballen’ın bunca külfet ile biriktirdiği bilgeliğin damıtılmış şifresini sunuyor.

Alışkanlıkla, içimizden Roger Ballen’ın fotoğraflarındaki insanlar için üzülmek gelebilir. Evet, onlar da herkes gibi çok daha konforlu yaşamayı hak ediyor. Evet, onlar da belki sahnele(n)dikleri belki oldukları gibi aktar(ıl)dıkları bu kesitlerin, bu zoraki çerçevenin içinden çıkmak istiyorlar. Olabilir. Ama ben onlara baktığım zaman işte bütün bu saydığım nedenlerle, daha çok, kendime acıyorum.

Bu noktada, Roger Ballen’a teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Fotoğrafladığı insanların hayatını değiştirdiği ve karşılığında o insanlar tarafından değiştirildiği çok açık. Ben de, çalışmalarına bu kadar yakından baktıktan sonra artık aynı kişi değilim. Ve izin verirse, aralarına katılmak istiyorum.

Orhan Cem Çetin
Kasım 2016

Written by Orhan Cem Çetin

23 Ağustos 2019 at 22:49

Ayak6 18 yıl sonra Evin’de. // Ayak6 is now at Evin 18 years after it was first performed.

leave a comment »

 

 

Ayak6 / Orhan Cem Çetin / 2018

İlk kez 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sanat Bayramı sırasında iki farklı noktada gerçekleştirdiğim, asfalt yol üzerine Polaroid T59 emülsiyon transferi eylemini 2 Ekim akşamı Evin Sanat Galerisi‘nde, Sahne Arkası başlıklı sergimizin açılışında tekrarladık. Kullandığımız fotoğraf da yine 2000 yılında, Maslak’taki stüdyom Hezarfen Fotografya’da Sinar F2 ile çektiğim, ilk eylemde kullandığım fotoğrafla aynı seriden 4×5″ boyutunda bir Polaroid T59 idi. Fotoğrafta tabii ki Figen Evren oynamıştı. Bu iş de ilki gibi kısa sürede yok olacak, zira galerinin zeminine uygulandı. 3 Kasım 2018’e kadar, geriye ne kaldıysa görebilirsiniz. Neyse ki görecek, dinleyecek ve okuyacak başka şeyler de var.

Sahne Arkası / Backstage / 02.10 – 03.11.2018

Sahne Arkası // Backstage

leave a comment »

SAHNE ARKASI // BACKSTAGE | ORHAN CEM ÇETİN | SERGİ

2 EKİM-3 KASIM 2018

KÜRATÖR: EDA YİĞİT

Büyük Öpücük // The Big Kiss // Orhan Cem Çetin 2018

Orhan Cem Çetin Evin Sanat Galerisi’nde “Sahne Arkası” isimli kişisel sergisiyle 2 Ekim’de izleyici karşısına çıkıyor. Sanatçı şimdiye kadar ürettiği çalışmaları farklı bir bakışla incelerken, alternatif yöntemlerine yenilerini ekliyor. Ürettiği eserlerin taşıdığı anlam katmanlarını, kurgulanma biçimlerini, oluşum süreçlerini yeniden düşünerek eleştirel ve cesur bir görme biçimini inşa ediyor. Farklı dönemlerde ürettiği yeni ve görülmemiş işleriyle, fotoğrafın dünyasına incelikle dokunuyor. Sanat serüveni içinde hem bir bellek arkeolojisi hem de fotoğraf üzerine kabullenilmiş ya da kabul görmüş anlamları yerinden oynatmaya niyetleniyor.

Uzun zamana yayılan alternatif bir estetik arayışından, güzel ya da çarpıcı bir fotoğraf yapmaktan, anlamlı bir fotoğraf yapmaya uzanan bir yolculuk karşımıza çıkıyor. Bu yolculuk, varoluşla ilgili felsefi bir tartışma, estetiğin gücünden ve çarpıcılığından beslenerek bize ulaşıyor.

Video işlerin de yer alacağı sergi, açılış performansı ve sanatçı söyleşisiyle Ekim ayında sizleri bekliyor. Ayrıca Orhan Cem Çetin’in şimdiye kadar yayınlanmayan TutKeep isimli kitabı ilk kez basılıyor. 2004 yılında basılan ve baskısı tükenen Bedava Gergedan isimli kitabı ise sergi kapsamında yeniden yayınlanıyor.

Saklı çekmecelerden, bir köşede yeniden açılmak üzere bırakılmış dijital arşivden özenle seçilmiş bellek, doğa, varoluş, kader, hüzün, mülkiyet ve zaman gibi ortak kavramlar buluşuyor. Tesadüflerin evreni içine yerleşmiş hikaye ve renklerin bir araya getirilmesi için Eda Yiğit, Orhan Cem Çetin’i mercek altına alarak serginin küratörlüğünü üstleniyor.

Sergi, 2 Ekim’den 3 Kasım 2018 tarihine kadar Evin Sanat Galerisi’nde görülebilir.

Afrika // Africa // Orhan Cem Çetin 2018

Orhan Cem Çetin Hakkında

Fotoğrafçı vs.
1960 yılında İstanbul’da doğan Çetin, fotoğraf alanında kendisini yetiştirdi. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde lisans, İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisans derecesini tamamladı.

İlk kişisel sergisi Tanıdık Şeyler‘i 1988 yılında açtığında, fotoğrafa alternatif yaklaşımı ile dikkat çekti. Çetin, o tarihten bu yana çok sayıda kişisel proje gerçekleştirmiş, farklı disiplinlerden sanatçılar ile birlikte çok sayıda ortak projede yer almıştır. Sanatçı, sergi, gösteri ve performanslarında kavramsal, disiplinlerarası ve cesaretli tutumu ile tanınmaktadır.

Fotoğraf editörlüğü, çevirmenlik ve fotoğraf yazarlığı da yapan, kişisel çalışmaları, denemeleri ve eleştiri metinleri farklı basılı ve on-line mecralarda yer alan Çetin, sanat çalışmalarının yanı sıra hayatını fotoğrafçılık, fotoğraf alanında danışmanlık ve fotoğraf eğitmenliği yaparak kazanmaktadır. Halen Bahçeşehir Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümü eğitmen kadrosundadır. Çetin, Sanatorium Galeri tarafından temsil edilmektedir.

Sanatçının 2000 yılında Karakutu Cep Fotoğraf Albümleri dizisi içinde yer alan bir mini albümü, 2004 yılında ise fotoğraf ve kara mizah içeren metinlerden oluşan kitabı Bedava Gergedan (Okuyanus Yayınevi) yayınlanmıştır.

 

Eda Yiğit Hakkında

Küratör

1984 yılında Ankara’da doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir Planlama Bölümü’nde lisans, aynı okulda Kentsel Planlama programında yüksek lisans derecesini tamamladı. MSGSÜ Sosyoloji Bölümü Doktora programında kolektif bellek üzerine araştırmalarını sürdürmektedir.

2009 yılında Sabancı Üniversitesi işbirliğiyle Osmanlı Bankası Müzesi’nde sözlü tarih eğitimi alarak, sözlü tarih alanındaki birikimiyle müzecilik ve sanat alanında üretimler gerçekleştirmektedir. 2013 yılından bu yana Karşı Sanat Çalışmaları bünyesinde, 2016 yılından bu yana TÜYAP Sanat Fuarı Artist bünyesinde koordinatörlük görevini yürütmektedir. 2013 yılında “Gezi Direnişi 27 Mayıs-18 Haziran 2013”adında hazırladığı kronolojik belgeleme çalışması kitap olarak yayınlandı.

2015 yılında Evin Sanat Galerisi’nde Nuri İyem 100 Yaşında Portre sergisinde Sözlü Tarih Uzmanı olarak arşiv çalışmasını gerçekleştirmiştir.

 

Evin Sanat Galerisi
Bebek Deresi Sok. No :13
Bebek Beşiktaş İstanbul
0 212 265 81 58
www.evin-art.com 
Pazar günleri hariç her gün 11:00-19:00 saatleri arasında gezilebilir. 

 

%d blogcu bunu beğendi: