Archive for the ‘hakkımda about_me’ Category
İyi Bir Teoriden Daha Pratik Hiçbir Şey Yoktur*
Muhtemelen bildiğiniz gibi, Orta Format, çağdaş fotoğrafa dair röportajların, yazıların ve projelerin paylaşıldığı bir e-dergi. Yeni yılın ilk günlerinde 30’uncu güncellemeyi şöyle duyurdular:
Güncelleme #30: Fotoğraf İçinden, Fotoğraf Dışından yayında! Bir kilometre taşı gibi görülebilecek 30. Güncelleme’de farklı iki noktayı bir araya getirdik. Üretim pratiğinde fotoğraf kullanan sanatçılardan fotoğraf dışında beslendikleri bir alan hakkında, fotoğraf dışı konularla çalışan insanlardan ise fotoğraf hakkında içerik oluşturmasını rica ettik. Bunu yaparken temel motivasyonumuz fotoğrafı salt iki boyutlu bir sonuç olarak görmemek, onu oluşturan insanların nelerden beslendiğine odaklanmaktı. Fotoğrafa dışarıdan neler eklendiğini, yahut fotoğrafın içinde başka neler kaynadığını merak ettik. ⠀
Bu güncellemede yer alan ve yirmili yaşlarımda profesyonel fotoğrafçılığa bambaşka bir alandan geçişimi anlattığım yazımı, özellikle Boğaziçi Üniversitesi’nde uzatmalı öğrenci olduğum yıllardan söz ettiğim için rektör krizinin giderek tırmandığı şu günlerde kendi mecramdan da paylaşmak istedim. #AşağıBakmayacağız
Okuluma, hocalarıma ve dönem arkadaşlarıma minnettarım. İyi okumalar.
İçine doğduğum ailede zekâ konusu sürekli gündemdeydi. Özellikle babam ve onun babasının ortalamanın çok üzerinde olduğu söylenen zekâları hakkında öyküler anlatılırdı hep. Benzer şekilde annemle babamın henüz lisedeyken okulun en iyi iki öğrencisi oldukları, rekabetten aşk doğduğu da anlatılırdı. Benden ve ağabeyimden de her zaman yüksek zekâ, düzgün mantık yürütme ve muhakeme becerisi beklendi.
Gelgelelim, ben ilkokulda birinci sınıfı atlayıp 2. seneden başlayarak iyi bir çıkış yapmakla beraber devamında hep vasat bir öğrenci oldum. 1977 yılında, üniversite sınavında kendim dahil herkesi şaşırtarak en yüksek puanı alan 100 aday arasına girdim ama devamında vasatın da altına düşerek bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede -babamın benim yerime yazdığı tercihlerde ilk sırada olan- Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nden atılacak duruma geldim. Can havliyle tüm bölümlere yatay geçiş için başvurduğumda kendimi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Bilimler Bölümü’nde, silbaştan birinci sınıf derslerini alırken buldum.
Psikoloji 101 dersi özellikle ilgimi çekmişti, büyük ölçüde gelen hoca nedeniyle: Henüz çok genç yaşlarındaki Gündüz Vassaf. Kesinlikle doğru adreste olduğuma karar verdim ve Psikoloji Programı’nda devam ettim. O dönem ciddi denebilecek psikolojik sorunlarım da vardı, itiraf etmeliyim. Tüm dersler fazlasıyla ilgimi çekti. Notlarım roket hızıyla yükseldi ve bölümün en gözde öğrencilerinden biri hâline geldim. BÜFOK’ta (BÜ Fotoğrafçılık Kulübü) fotoğrafçılıkla uğraşmaya ve karanlık oda dersleri vermeye devam ediyordum. Oldukça asosyaldim. Bir yandan da klasik gitar dersleri alıyordum ve çeviriyle ilgileniyordum.
Özellikle üçüncü sınıf dersleri, kişilik, öğrenme, gelişim psikolojisi ilgimi çok çekiyordu. Öğrenme dediğimiz sürecin bir koşullanmalar zincirinden ibaret olduğunu, kişiliğin de bundan bağımsız olmadığını, bir kişilik geliştirirken aslında yine karmaşık koşullanma zincirleri yoluyla kim olduğumuzu öğrendiğimizi kavradım. Bu dönemde Çiğdem Kağıtçıbaşı, Reşit Canbeyli, Güler Okman Fişek gibi müthiş hocalarım oldu. Hepsinden çok etkilendim. 2010 yılında sergilenen Komşuluk başlıklı serimin esin kaynağı, Reşit Canbeyli’den aldığımız Deneysel Psikoloji dersinde labirent deneylerinde kullandığımız farelerdir.
Gündüz Vassaf Hoca’dan başka dersler de alıyorduk. Psikoloji alanındaki suistimaller üzerinde çok duruyordu. Zekâ testlerinin ayrımcılık için bahane olarak kullanıldığını, bilgi ölçen soruların zekâ ölçüyormuş gibi kabul edildiğini, akıl hastalığı denen zihin durumunun aslında toplumsal normlarla ilgili olabileceğini, psikiyatrik tedavi süreçlerinde temel hak ihlali sayılabilecek hatalar yapıldığını görmemizi sağladı. Ben giderek akıl hastalığı diye bir şey olmadığına, bazı bireylerin paylaşılan gerçeklikle başa çıkabilmek için kendi gerçekliğini üreterek onun içinde yaşamayı seçtiğine karar verdim. Talep etmeyen birisine tedavi uygulanamazdı. Peki, paylaşılan gerçeklikle daha kolay başa çıkmanın, toplumun travmalara karşı daha dayanıklı bireylerden oluşmasının yolu neydi? Yanıt çok basit: Çocuklarla çalışmak, onlarda “mental hijyen” geliştirmek, toplumsal bilinçlerini ve zekâlarını artıracak bir ortam sağlamak.
Gelişim psikolojisi bu yüzden daha da çok ilgimi çekti. Zekâ gelişiminin evreleri, öğrenme ve akıl yürütme kapasitesinin artırılması, dil becerisi gibi konulara daha da fazla eğildim. Okulda “çalışan öğrenci” programı vardı. Başvurdum ve Eğitim Bölümü’nde çalışmaya başladım. Eğitim sertifikası derslerinin de tamamına yakınını aldım. Burada iki isim daha anmam gerekiyor: Güzver Yıldıran ve Gülçin Alpöge. Her ikisinden de eğitim modelleri ve zekâ gelişimi hakkında çok şey öğrendim. Güzver Yıldıran, ABD’deyken efsanevi eğitim psikoloğu Benjamin Bloom’un öğrencisi olmuştu. Güzver Hanım’ın, Bloom’un geliştirdiği, çok farklı bir eğitim modeli olan ve bir sınıftaki tüm öğrencilerin aynı öğrenme hedefine ulaşmasının sağlandığı “Tam Öğrenme” (Mastery Learning) üzerine yazdığı doktora tezini Türkçeye çevirdim. Gülçin Hanım’la da okulun yuvasında çalışmalar yapmaya başladık. Müzik öğretmeni kadrosunda, üniversite personelinin çocuklarının devam ettiği yuvada çalışmaya başladım. Çok mutluydum. Teori ve pratik buluşmuştu. Hayatta yapmak istediğim işin bu olduğuna karar verdim ve bu yönde bazı adımlar da attım.
Gelgelelim, o yıllarda geçerli olan ancak kimsenin bana bahsetmediği bir yasa, erkeklerin yuva öğretmeni olmasına olanak vermiyormuş meğer. Çok büyük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Böylece bu hayalim suya düştü ama yuvada müzik öğretmeni kisvesi altında çalışmaya devam ettim bir süre daha. Yine o yıllarda bir dönem bakkallarda satılan ucuz aşk romanları (Beyaz Dizi – Gelişim Yayınları) çevirdim ve bir süre de ünlü San Reklam grafik ajansında Mengü Ertel’in kişisel asistanlığını ve o sıralar adı konmamış olmakla birlikte ajansın “trafiker”liğini yaptım. İlk işim, 10. İstanbul Festivali kataloğunun koordinasyonuydu. Her şeyin elle ve bugüne kıyasla çok ama çok yavaş yapıldığı, öğrendiklerimin fazlalığının başımı döndürdüğü bir süreçti.

Derken mezun oldum. Biraz daha buralarda durayım, belki şartlar değişir diyerek Sosyal Psikoloji Yüksek Lisans Programı’na başvurdum. Ayhan LeCompte ve Hamit Fişek’ten aldığım dersler sırasında SPSS bilgisayar programlama dilini öğrendim; araştırma yöntemleri, istatistiksel analiz ilgimi çekmeye başladı. O sıralarda Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırlanmaya başlayan, uluslararası geçerliliği olacak bir İngilizce sınavı için kadro açılmış. Ayhan Hoca bir gün beni çağırdı ve “Bak seni arıyorlar,” dedi. Hemen başvurmamı sağladı ve ben bu defa İngilizce sınavının pilot çalışmalarında soru analizi yapmaya başladım. Dil öğrenme ve dil ölçümü konusu da repertuarıma girmiş oldu. Hatta İngiltere’de Redding Üniversitesi’nde bu alanda burslu olarak bir uzmanlık eğitimine katılmam ve dönüşte BÜ YADYOK (Yabancı Diller Yüksek Okulu) kadrosunda devam etmem söz konusuydu.
Ne var ki, ayrıntısına girmeyeceğim bazı olumsuz gelişmeler sonucunda yüksek lisansım tez aşamasında tökezledi. Acilen hayatımı kazanmam gerekti ve her şeyi yüzüstü bırakarak kendimi hazır zannettiğim fotoğrafçılık alanına çark ettim. Yıl 1985.
Bundan sonrası, belki merak ederseniz başka bir yazının konusu olur. Ancak o yıllarda kazandığım birikim hâlâ benimle birlikte. Evet o tarihlerden bu yana profesyonel fotoğrafçılık yaptım ama çocuk yayıncılığı (editörlük, redaktörlük ve çevirmenlik) alanında da çalışmayı sürdürdüm. Dilin düşüncenin yapıtaşı olduğuna inanıyorum. Birden fazla dilde ustalaşmak, deyim yerindeyse “dilbaz” olmak, düşünceyi de kıvraklaştırıyor. Çoğu alanda analitik ya da aksine sarsak, esnek düşünebilmek öncelikle dille oluyor. Mizah da bunun yollarından biri. Yakınlarım şakacı olduğumu bilir. Bu aslında bir zihin oyunu. Bir çeşit yaratıcılık temrini. Yaratıcılık öğrenilebilen bir süreç. Aslında herkes yaratıcı olma potansiyeline sahip ama kendisini engelliyor. Çizilmiş yollardan yürümeye koşullanmış olmamız gibi bir şey bu. Rüya görebilen biri, aynı yaratıcılığı uykudan uyanınca neden sergileyemiyor? Belli ki onu engelleyen süreçler var. Bunları kırabilmenin yollarını arıyorum. Çocuk aklını çok seviyorum. Tertemiz, bilgece yorumlarla geliyorlar zamanla kanıksadığımız durumlara.
Sanat işlerimde de bu oyuncu hâlimi sürdürmeyi seviyorum. Serilerimin içine akıl oyunları saklamaya çalışıyorum. Farklı düzlemler arasında çapraz ilişkiler kurmak hoşuma gidiyor. Bir alanda fark ettiğim bir örüntüyü başka bir alana transfer etmek de sevdiğim bir oyun. Hayatın kendisi büyük bir oyun. Dünyayı algı aygıtlarımızın bize sağladığı verilerin ve dilin tanım sınırları içinde, zihnimizde inşa ediyoruz. Başka bir deyişle, gerçeklik bizim kendimiz için var ettiğimiz bir evren. O hâlde onu eğip bükmek, dönüştürmek, farklılaştırmak da bizim elimizde. Oyundan kastettiğim bu. Oyunu tek başımıza oynar, kurallarını kimseyle paylaşmazsak buna delilik deniliyor. Kuralları tarif eder, başkalarını da oyuna dahil olmaya ikna edersek, bu defa adı sanat, ürettiğimiz yapıtlar da oyunun dekoru, sahnesi, müziği, replikleri ve kuklaları oluyor.
*Yazının başlığı, Ayhan LeCompte hocamdan alıntıdır. Zamanının büyük bölümünü masa başında, istatistiksel analiz yaparak geçiren bir sosyal psikolog olmasını yadırgayanlara bu cevabı verirdi.
Aralık 2020
Bookbound
2 Ekim – 15 Kasım 2018 tarihleri arasında Evin Sanat Galerisi‘nde izlenen, küratörlüğünü Eda Yiğit’in yaptığı solo sergim Sahne Arkası‘nı oluşturan işleri paylaşmaya devam ediyorum.
Aşağıdaki seri, Türkiye’nin önde gelen matbaalarından Ofset Yapımevi‘nin sipariş ettiği yaratıcı bir çalışmadır. Fotoğrafların her birinde, Ofset Yapımevi’nin MoMA, Aperture, ve Magnum gibi prestijli yayıncılar için basmış olduğu kitap veya dergilerden biri kullanılarak, içeriğin ve tasarımın çağrışımları doğrultusunda oluşturulmuş mikro sahneler görülmektedir. 2015 yılında üretilmiş olan seri daha önce Frankfurt Kitap Fuarı ve ArtIstanbul Sanat Fuarı’nda görülmüştür. Sahne Arkası’nda yalnızca ilk 6 iş sergilenmiştir.
I continue to share works from my latest solo Backstage at Evin Art Gallery, curated by Eda Yiğit between 2 October – 15 November 2018)
The below series (Bookbound / 2015) is a creative project commisioned by Ofset Yapımevi, one of the leading printing companies in Turkey. In each photograph, there is a micro scene created using one of the books or magazines printed by Ofset for prestigious publishers such as MoMA, Aperture and Magnum and inspired by the content and design of the publication. Only the first 6 works have been shown at Backstage.
- Contemporary Chinese Art / Wu Hung
- Little Big Man / Koji Takiguchi
- May The Circle Remain Unbroken / Corinne Day
- Aperture 218 / Queer
- Songbook / Alec Soth
- Still Lifes, Portraits and Parts / Daniel Gordon
- Langt Fran Stockholm / J. H. Engström
- Little Big Man / Koji Takiguchi
- Mother Nature / Erik Kessels
- Matisse’s Garden / Samantha Friedman & Cristina Amodeo
- Amnesia / Perspecta 48
- Amnesia / Perspecta 48
İstanbul’un Fosilleri // Fossils of Istanbul
İstanbul’un zeminine yapışıp fosilleşmiş çöplerin kendilerinden daha ömürsüz Polaroid transfer kopyalarının kopyalarıdır. (1994)
Polaroid transfer copies of copies of trash, stuck and fossilized on Istanbul’s surface, which are much less durable than what they depict. (1994)
- Kola kutusu / Cola can
- Pet şişe / Plastic bottle
- 2000 paketi / 2000 pack
- Ayakkabı / Shoe
- Deterjan topu / Detergent ball
- Seçim bayrağı / Election flag
(2 Ekim – 15 Kasım 2018 tarihleri arasında Evin Sanat Galerisi‘nde izlenen, küratörlüğünü Eda Yiğit’in yaptığı solo sergim Sahne Arkası‘nı oluşturan işleri paylaşmaya devam ediyorum.)
I continue to share works from my latest solo Backstage at Evin Art Gallery, curated by Eda Yiğit between 2 October – 15 November 2018)
Cem & Cem
Art unlimited Yaz 2018 sayısı için şahane insan Çınar Eslek‘in başlattığı bir süreç sonunda Cem Akaş ile buluştuk ve sohbetimiz kayıt altına alındı. Buluşmamızı belgeleyen bir de fotoğraf olması gerekiyordu; ben de yukarıdaki işi yaptım. Bir tarafta maydanoz, diğer tarafta küpe çiçeği.
Sınır Tanımayan Bitkiler // Plants Without Borders
Black Sea. Kaleidoscope.
Works by Florian Bachmeier (Germany), Artur Bondar (Ukraine), Orhan Cem Çetin (Turkey) and Ramin Mazur (Moldova).
11-20 November 2016 // Kösk // Munich
Plants Without Borders
Life always prefers being near water supplies. Coastal regions around the world have therefore historically been home to civilizations and they have in turn pushed each other away to have superior access to this valuable resource, hence moving, disseminating, shifting boundaries. However, despite the resulting inevitable human mobility and forced dislocations, shifting boundaries have also mixed cultures at a profound scale.
The photo series “Plants Without Borders” by Orhan Cem Çetin, through images of commonly cultivated plants with captions in Turkish, Bulgarian, Romanian, Russian and Georgian (next to Latin), attempts to reveal the fact that despite apparent segregation in terms of national identities and culture, the peoples around The Black Sea (and the rest of the world) share habits and interests for vital ingredients that involve the survival of the human species.
We are a big family artificially compartmented and no other life form on the planet really care about the imaginary borders that us humans have drawn on land, as long as it finds a patch of soil to root into.
Fotokopiler bittikten sonra gelenler için. // For those who arrived after all the handouts were gone.

Aile / The family
Tasfiye
Birkaç yıldır gündemimde bu var. Ne çok eşya biriktirmişiz ailece. Onlardan kurtulma işi bana verildi. Ama ne mümkün. Günün birinde işe yarar düşüncesiyle poşetlere, kutulara, çekmecelere, odalara yığılmış irili ufaklı, eski püskü şeyler.
İşe yaradılar. Bu sergiye vesile oldular.
Objeler
Onlara çok ama çok yakından bakmak istedim. Değişmiş, tanınmaz hale gelmişler. İşlevlerini, kimliklerini kaybetmişler. Çoğunu tanımıyorum. Yok olma yolundalar. Toz var. Çok fazla toz var. Toz taneciği meğer bir nokta değil bir iplikçik imiş. Tüm bu objeleri de ince lifler, çizgisel sıralanmalar, zincirler oluşturuyor. Toz tanecikleri belli ki böyle eşyalardan, belki canlılardan, cansızlaşarak kopup dağılmışlar. Her yerdeler. Bazıları da ben objeleri fotoğraflarken, o esnada kurtuluyorlar büyük yapıdan. Toz tekrar eşya oluyor mu?
Eski fotoğraflar
Elbette. Çok fazla fotoğrafım var. Eskicilerden gelenlerle ailemden gelenler birbirine karışma yolunda. Kim bunlar? Onlar da atılacak birer eşya olmuş. Bu eski fotoğraflar kartondan, gümüşten, jelatinden ve ışıktan yapıldılar. Şimdi hepsi kaynaklarına geri dönme yolundalar. Bu solma, yok olma sürecini hızlandırmak istedim. Taklit ettikleri insanların yanına yollamak istedim onları ve onları bu hale ben getirdim. Fotoğrafladım ve azat ettim.
Videolar
Biri inşa, diğeri imhaya dair. Birini, çarkıfelek bitkisinin bir tutam ölü deliotu içinde yerleşeceği adresi arayışını hızlandırdım, diğerini, ilk alev söndükten sonra kıvılcımların yanmış kağıt ve pamuk lifleri içinde yakacak yer aramalarını ise yavaşlattım. Gördüm ki, inşa ve imha aynı dansa sahip. İkisinin adımlarını uydurdum.
Cem
Şubat 2016
Clearance
That is my agenda for the last couple of years. Turns out that we are a family of very efficient gatherers. And now, I am asked to get rid of what has been gathered. No way! A huge pile of old, worn out items that come in all sizes, stacked in plastic bags, boxes, drawers and rooms, assuming that one day we might need them.
Which was right. They sparked this exhibition.
Objects
I wanted to observe them very, very closely. They had changed beyond recognition. Lost their functions, identities. Most are unknown to me. They are in the process of total destruction. There is also dust. Too much dust. The dust particle, I found out, is not a particle. It is a tiny length of fibre, a very small strand. And all these objects are compositions of thin fibres, linear constructions, chains and alignments. Apparently, dust is coming from such objects, maybe from living things, separated from them as dead tissue before setting off for their everlasting journey. They are everywhere. Some of them were detached from the bigger construct right in front of my eyes, while I was photographing them. Are dust particles ever recycled into objects again?
Old photographs
Of course. I own too many photographs. Those that I acquired second hand and those from my family are slowly mixing together. Who are these people that eventually turned into junk? These prints were made of paper, silver, gelatine and light. Now they are all migrating back to where they originally came from. I wanted to accelerate this process of fading and disintegration. I felt a desire to send them next to the people they mime and I turned them into what you see in my images. I photographed them and I set them free.
Videos
One is about construction and the other one is about destruction. I had to accelerate one; the one which shows a passiflora plant looking for its final address within a bunch of dead alyssum. I slowed down the other one, the one which shows sparks looking for further victims, travelling along fibres of already burnt paper and cotton wool. And I saw that, construction and destruction enjoys the same dance. All I did was match their pace.
Bir ben vardır benden biiiiip…
İstanbul merkezli tematik aylık sanat gazetesi Güncel SANAT’ta, Kasım 2014 için, tabu kavramı hakkında kaleme aldığım yazım, gazetenin izni ile aşağıda.
İyi okumalar.
Bir öğrencimin mezuniyet projesi taslağının yarattığını öğrendiğim huzursuzluk, bu ay yazımın fitili oldu.
Otoerotizm. Onanizm. Mastürbasyon.
Konu bu. Kesinlikle rahat konuşamadığımız bir konu. “Hetero-erkil” toplumlarda eşcinsellik bir tabu iken, öyle görünüyor ki otoerotizm daha da büyük, daha da affedilmez bir tabu.
Hemen her öğretide vurgulanan “Önce kendini sev” düsturu belli ki bunu kastetmiyor. Kendini sev ama lütfen fazla ileri gitme.
Oysa bireyin bir mini-evren olduğu (en-el hak), yapabiliyorsa tümüyle kendisine yetebilmesi gerektiği, kendisini sevmezse kimseyi sevemeyeceği vs. sürekli vurgulanıyor.
Kendine yetmenin, yani başka bir bireye ihtiyaç duymadan varolabilmenin, daha doğrusu mutlu olabilmenin sınırı acaba ne? Ve daha önemlisi, neden bir sınır var? Tümüyle kendimize yetebilmemiz toplumsal yaşamın sonunu getireceği için olmasın?
Başka birisi olmadan, sadece kendim ile başbaşa kalıp kendimi takdir edebilirim. Kendimi anlayabilirim. Kendimi eğlendirebilirim, gezdirebilirim, besleyebilirim, şımartabilirim.
Bir dakika… Şımartmak mı? Lütfen bunu kendine dokunmadan yapabilir misin? Lütfen işin içine cinsel aygıtları karıştırmaz mısın? Zira onlar esasen sana ait değil.
Tıpkı sana ait zannettiğin kredi kartlarının aslında bankaya ait olması gibi, bedenin de aslında senin değil. Sana koşullu olarak verildi ve ancak limitleri dahilinde kullanabilirsin. Limit aşımı halinde kullanımın kısıtlanır, hatta elinden alınır. Boşuna sızlanma; sözleşmeyi imzalamadan önce ince yazıları okumuş olmalıydın.
Bedenin sana aitmiş gibi davranmaya kalkıştığın anda -ki bu yaşamına son vermeyi de içeriyor- cezasız bırakılmazsın. Öyle bir ceza ki, sana bir ödül gibi de gelebilir.
Orhan Cem Çetin
Ekim 2014
İfadenizi alabilir miyim?
İstanbul merkezli tematik aylık sanat gazetesi Güncel SANAT’ta, Ekim 2014 için, aşırılık hakkında kaleme aldığım yazım, gazetenin izni ile aşağıda.
İyi okumalar.
Bazı insanlar dünyaya nötr bir yüzle değil, bir yüz ifadesi ile geliyor.
Örneğin ben. Benim yüzümde her zaman üzgün bir ifade vardır. Daha doğrusu varmış. Kendimi her an mutsuz hissettiğimden değil, çehrem öyle. Bazıları sürekli hayretle, kimileri tiksinerek ya da can sıkıntısından patlayacakmış gibi bakar çevresine.
Yüz ifadelerini, dolayısıyla karşımızdaki insanın duygusunu okuyabilmek, doğuştan gelen ve evrensel bir yeti. Çok da önemli. Bu yetimiz sayesinde dünyanın neresinde olursak olalım muhatabımızla daha bir kelime konuşmadan atmosferi kavrama ve gerekiyorsa oradan tüyme şansını elde ediyoruz.
Ancak işin bir yönü daha var; o da yine evrensel bir dürtü olarak bir görünüşün içinde insan yüzleri arayıp -olmasa bile- bulma ve o ifadeyi, dolayısıyla taşıdığı duyguyu kopyalama eğilimimiz.
Buna göre, sürekli iri gözler ve kalkık kaşlarla çevresine bakan birisi aynı anda dünyaya şaşkınlık ve merak zerk ediyor olamaz mı? Ben acaba çevreme hiç istemeden, ya da daha doğrusu herhangi bir çaba göstermeden hüzün yayıyor olabilir miyim? Sakıncası yok.
Hüzün genelde Arabesk, banal bir duygu durumu kabul ediliyor. Portekiz’de tanıştığım bir fotoğrafçıyla sohbet ederken ona hüzün kavramını şöyle anlatmaya çalışmıştım: Ortada hiçbir neden yokken peşinen üzülmek. Meğer aynısı Portekiz’de de varmış: Saudade. Geçmişlerindeki şiddetli Arap etkisinden olsa gerek. Fado müziğini de daha iyi kavramıştım bu bilgi sayesinde.
Az önce sakınca yok dedim; bana göre hüzün çok faydalı. O bir aşı. Trajedi gelmeden önce onun provası, temrini. Böylece korkulan gerçekleştiğinde hazırlıksız yakalanmıyor, şoka girmiyoruz.
O yüzden ben, yaşlandıkça belirginleşen üzgün bakışlarımdan, yani, bu bakışları sunuyor olmaktan memnunum. Ama bana “Sen nasıl bir ifade görmek isterdin insanların yüzlerinde?” diye soracak olursanız, sanırım meraklı bir yüze her zaman daha çok ihtiyacım var.
Orhan Cem Çetin, Eylül 2014
Sanat dünyası kedilerin eline mi geçti?
İstanbul merkezli tematik aylık sanat gazetesi Güncel SANAT’ta, temayı 1 ay gecikmeyle izleyerek yazmaya devam ediyorum.
Ağustos 2014 için, sokak sanatı hakkında kaleme aldığım yazım aşağıda.
İyi okumalar.
Sokak kedisi olmanın kuralları yazılsaydı, ilk madde herhalde şu olurdu:
“Yemeğini asla bulduğun yerde yeme.”
Acaba sanat dünyası da kedilerin eline mi geçti? Zira sanat, hemen her zaman bulunduğu yerden apar topar alınıyor, gizli, steril, korunaklı bir yere götürülüyor, yesinler diye.
Oysa en başta böyle değildi; ihtiyaç hasıl olduğunda, öfkede, cenazede, ayrılıkta, deli sevinçte, hemen oracıkta beliriyor, oh, taze taze yeniyordu.
Yıllar önce, parçası olduğum bir performansı (Ütü Masası / Ayak Takımı performans grubu: Öykü Potuoğlu Cook, John Cook, Figen Evren ve ben) izledikten sonra gelip beni bulan ve birlikte bir radyo programı yapmayı teklif eden Ceyda Karamürsel sayesinde, “Radyo Sanatı” diye anılan bir sanat disiplini olduğunu öğrenmiştim. Açık Radyo’da haftada bir gece geç saatlerde yayınlanan, Gaygoni A.G. adını verdiğimiz programda hem arşivlerden mevcut yapıtları yayınlamış hem de davet ettiğimiz sanatçıların canlı performanslar gerçekleştirmesi için platform oluşturmuştuk. Replikas, Baba Zula, Sıfır (Zafer Aracagök ve arkadaşları), Sad Eyed Lemurs, Zeynep ve Özgür Erkekli, Fatih Aydoğdu aklımda kalan isimler.
Radyo sanatı, özellikle Avusturya’da gelişmiş olan bir disiplin. En kısa tanımı, radyo yayını ile aktarılan ses düzenlemeleri, ya da ses heykelleri.
Manifesto şurada (İngilizce): www.kunstradio.at/TEXTS/manifesto.html
Seslerin radyo ile aktarılması, hem sanatçıyı hem de izleyiciyi benzersiz biçimde özgürleştiriyor. Yapıtın eşzamanlı üretilip paylaşılmasına karşın, sanatçı ve izleyici karşı karşıya gelmiyor. Hatta birbirinin nerede olduğunu ya da olup olmadığını dahi bilmiyor. Yapıt, oluştuğu her noktada farklı bir biçim alıyor, ortam sesleri ve radyo cihazına bağlı olarak dinlendiği her noktada farklı ve özgün bir “edisyon” oluşuyor. İzleyici tutsak değil. Dinlemek ya da kulak vermek mecburiyetinde olmadığı gibi, sesi kısıp bir telefon görüşmesi yapabilir, tümden kapatabilir, zaplayabilir ve en önemlisi performans sırasında dilediği gibi öksürebilir ve bir otomobildeyse korna çalabilir.
İzleyicinin özgürlüklerinin farkında olan -bir önceki yazımın sonunda söz ettiğim terbiyesiz- sanatçı da böylelikle dilediği kadar aşırı noktalara gidebilir. Çok daha cesaretli, deneysel, tüm ölçülerin dışına çıkan ses işlerinin üretilmesi böylelikle mümkün olur. Bir gece, Robert Adrian X’in 30 dakika süren ve sadece yoğun, tekdüze alkış sesinden oluşan 1996 tarihli işi Applaus’u yayınlamıştık örneğin. Anonsu duymadan, ortadan giren bazı dinleyiciler radyoyu arayıp arıza olduğunu haber vermişlerdi.
Şuradan bazı ünlü örnekleri dinleyebilirsiniz:
Kısacası, sanatla müzelerde, galerilerde, kalın ve pahalı kitaplarda karşılaşmanın mutlaka olumlu tarafları var ama bu biraz da turla seyahat etmeye benzemiyor mu? Tersine, sanatla ona mahkum olmadığınız yerlerde karşılaşmanın nimetleri muhtemelen çok daha fazla. Bunu da, ehlileştirilmesi mümkün olmayan, kafese girmeyen, girerse yemden sudan kesilip ölen, bulduğunuz yerde durup, korkutmadan izlemeniz gereken yabani kuşlara benzetelim.
Ha, bu bir kargaysa ve de elinizdeki cevize göz dikmişse, taş atar kaçırırsınız, olur biter.