postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Archive for the ‘Pardon geç kaldım’ Category

Sahnesini Yutan Adam: Roger Ballen

leave a comment »

Aşağıdaki metin, sanatçının 28.12.2016 – 30-07-2017 tarihleri arasında İstanbul Modern’de izlenen Roger Ballen: Retrospektif sergisi için yazılmış, sergi kitabında yer almıştır.

Tommy Samson and a mask // Tommy Samson ve bir maske (Roger Ballen)

Fotoğrafın diğer anlatma biçimlerinden farkını ortaya koyabilmek için sadece kendisine bakmak yetmez. Fotoğrafçısına, kanıtı olduğu zaman dilimine, ona bakana, onunla nerede karşılaşıldığına ve çoğu kez gözardı edildiği üzere –ve elbette varsa eğer– içinde görünen insanın ne yaşadığına çok dikkatli bakmamız gerekir.

Ben de bir fotoğrafçıyım. Üstelik benden önceki fotoğrafçılara da biraz kızgınım. Zira, yıllar sonra anladığım üzere, “Al buradan yürü,” diye önüme dökülen külliyat, bir hayli kafa karıştırıcı. Varolan tüm fotoğraflar ve onlar hakkında söylenmiş, yazıya dökülmüş sayısız fikir, büyük bir iktidar oyununu ortaya koyuyor; ortaya koymakla kalmayıp onu meşrulaştırıyor da.

Kullandığımız jargon bile belli ediyor: fotoğrafçı, hükmedendir. O yakalar. O vurur. O ölümsüzleştirir, dondurur, koruma altına alır, bellek oluşturur, tarih yazar. Savaşları durdurur veya başlatır. Manipüle eder, dönüştürür, gösterir, yüceltir, isterse yerin dibine sokar. Veya gözler önüne serer ya da keyfi bilir; belki de göstermez, sonsuza dek saklamayı seçer.

Şu hale bakın; nasıl birisinden bahsediyoruz. Bu olağanüstü bir güç, sınırsız bir erk değil mi? Kim istemez bu denli güçlü, neredeyse bir yarı-tanrı olmayı?

Korkarım, fotoğraf yapmaya başlayan herkesin ruhunu ince bir buz tabakası gibi sarıyor bu iktidar ihtimali. Üstelik her fotoğrafçı bu ayrıcalığı uç noktalara taşıma şansını kendisine tanımak adına, bunu becerebilmiş olanları da kutsuyor, tanrılaştırıyor ki o mevki korunsun, her şeye kadir olma şansı baki kalsın.

Öte yanda, neredeyse tüm kültürlerde tevazu, benliğini ezip küçültmek, öğütmek, hırslarından vazgeçebilmek, başka insanların nezdinde kendini varoluşun merkezinden çekip almak ve bir kenara fırlatıp atabilmek en önemli erdemler arasında sayılmıştır. Fotoğrafçının kendisine biçtiği baskın, buyurgan rol ile pek bağdaşmıyor değil mi?

İstisnalar yok mu? Elbette var. Hatta, çekinmeden iddia ediyorum, dünya kültürü içinde iz bırakan ve dönüştürücü, hatta sağaltıcı etki yaratan en önemli ya da benim için en makbul fotoğrafçılar işte bu aşamaya geçebilenlerdir.

Sayılarının çok az olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu mertebeye kolay gelinmediği açıkça görülür. Bulutlardan aşağı atlamak herkesin harcı değil. Zira, önce bulutlara ulaşmak gerekiyor. Sahip olmadığınız bir şeyden vazgeçmeniz o kadar da zor değil. Anlamlı ve öğretici hiç değil.

Bu söylediklerim sadece fotoğrafçılar ya da sanatçılar için değil, her halde herkes için geçerli. Zaten, sanatçı dediğin nedir ki? Bana kalırsa o da herhangi bir insandır ve bir tane hayatı vardır ve o bir hayatı, son tahlilde, diğer tüm insanları temsilen, kendisini alenen anlamaya çalışarak tamamlar. Herkes gibi. Ne var ki, onun yöntemi farklıdır ve çabası, araştırmaları, bulguları fazlasıyla göz önündedir.

Fotoğrafın, insan aklının malul olduğu hatırlama ve algı süreçleri ile doğrudan ilişkili olması, bulunuşundan bugüne baş döndürücü bir ivme ile gelişmesini, varoluşunu kavramaya ve hissetmeye çalışan herkes için gözde bir uğraş haline gelmesini açıklıyor sanırım. O nedenle, az önce söz ettiğim bulutları da usta fotoğrafçılar tıka basa doldurdu, dolduruyor.

Bu mevkiden feragat etme olgunluğunu kimler gösterebildi? Diane Arbus hemen aklıma geliyor. İlginçtir, bu yazıya vesile olan Roger Ballen’ı araştırmaya başladığınızda da bu isim sıklıkla karşınıza çıkıyor.

Ballen hem fotoğrafladığı insanlara hem de izleyicisine üstünlük kurmaya çalışmayan, aksine icraatını onlarla birlikte gerçekleştiren bir sanatçıdır.

İnsan aklının bir “maluliyeti” de meraktır. Sadece onu tatmin etmek için, Ballen’ın yaşadığı yerleri ve dönemi, aldığı eğitimi, kimlerden etkilendiğini dilerseniz öğrenin. Ama işlerini kavramak, hissetmek, onların sizi değiştirmesine fırsat vermek için bütün bunların gerekli olduğunu zannetmiyorum. Bulutları dolduranların aksine.

Ballen’ın çalışmaları bütün bunları bilmeniz gerekmeden, hatta bilmediğiniz takdirde belki –kendi içinizde oluşacak– daha büyük bir güçle sizi kendinizle tekrar tekrar çarpıştırmaya hazır, bekliyor.

Fotoğraf bir indirgeme, eksiltme sanatıdır deriz. Karşınızda kainatın tamamı durur ve siz onun içinden adeta mikroskopik bir ayrıntıyı kayıt altına almaya karar verir ve bunu da güya yaparsınız. Bu
durumda fotoğrafınızda neleri görünür ettiğiniz kadar; neleri, kimleri, hangi anları dışarıda bıraktığınız, kaydetmemeyi seçtiğiniz de anlam kazanır.

Bir fotoğrafa çok fazla şey doldurmaya çalışmak da bir tür oburluk, dolayısıyla bir başka erdemsizlik değil mi? Ballen’ın işlerine bu gözle de bakmak gerek; onu değil, kendimizi memnun etmek için.

İzlediğimiz sahne ile dünyanın geri kalanını sertçe ayıran ve bir duvar olduğunu asla reddetmeyen bir duvar. Dış dünyayı fotoğrafın içine sızdırmaya yetecek incecik teller, çizgiler, kablolar, taşıyacak
kıyafet bulamamış elbise askıları ve sadece kendilerini bağlayan, hayat taşıyan kılcal damarları andıran ipler. Gerçeklik ile aklın labirentleri arasındaki kapı: yatak. Fotoğrafı gölgelerle birlikte var eden ışığın en çıplak hali, süslenmeye tenezzül etmeyen ampuller. Ve insanlar. İlk bakışta en hafifinden “sorunlu” diyebileceğimiz karakterler, yalın ancak büyük bir dikkatle oluşmuş dekorun içinde sıra dışı bir tiyatro eseri sergiliyor. Göz yaşartıcı, kıskandırıcı bir açık yüreklilikle kendilerini sergiliyorlar.

August Sander’in Almanlar tipolojisi her zaman çok ilgimi çekmiştir; zira bu fotoğraflardaki insanlar, “kendileriymiş gibi” yapmaktadırlar. Meslekleri üzerinden kendi varoluşlarına dair idealar üretmiş ve sırf bu yüzden kendileri olmaktan da çıkmış, ruhları bedenlerinden ayrılmıştır. Tarlasına tohum savuruyor pozu içinde donup kalmış olan çiftçi (ki, poz vermek köken itibarıyla durmak demektir), bir korkuluktan farksızdır. Bu nedenle, Sander’in ünlü serisi belgesel fotoğraf ile sahnelenmiş fotoğrafın kesiştiği tuhaf bir yerde durmaktadır. Ballen’ın işlerinde de acaba benzer bir durum var mı? Bu külliyat bir belgesel mi, yoksa bir kasaba tiyatrosu mu? Olan biteni bize olduğu gibi gösterme iddiasında bir nesnellik mi tanık olduğumuz, yoksa “oynandığını” utanmadan sıkılmadan kabul eden, yani yerel oyuncularla üretilmiş, sahnelenmiş fotoğraflar mı karşımızdaki?

Sanırım Ballen’ın işleri bu kategorilerden hiçbirine sığdırılamaz. Kategorize etmenin şart olup olmadığı düşünülebilir elbette; ama kategoriler kullanışlıdır ve önyargı yaratarak yanıltıcı olabildikleri gibi, incelikli ve temkinli kullanıldıklarında işe yarar, kavrayışımızı kolaylaştırırlar.

Ballen’ın fotoğrafları hiç kuşkusuz sahnelenmiştir. Ancak burada sahnelenen, Sander’den farklı olarak bir kusursuz idea değil, insanların kusurlu, hakiki kendileridir. Sander, fotoğraflarında kendisini itina ile saklar, yok ederken (ki, seride neredeyse tüm meslekler temsil edilirken, en kolay dahil edilebilecek meslek erbabı şaşırtıcı biçimde hariç bırakılmıştır: fotoğrafçı), Ballen her fotoğrafın, ya da
sahnenin hem yaratıcısı, hem de öznesidir; tıpkı fotoğraflarda görülen insanlar gibi. Bu üslup, daha çok bir foto-performans ya da canlı tablo (tableau vivant) geleneğini akla getirir. O halde bu tablolar neyi anlatır? Kendi külliyatı içinde, fazlasıyla erdemli bir noktaya yaklaşırken Ballen’ın artan bir dozla, deliliği yücelttiğini düşünüyorum. Delilik, kaybedecek çok şeyi olanların dünyasında son derece olumsuz çağrışımlar taşır. Zira deli, yapayalnızdır. Tek kişilik bir azınlıktır ve dışlanmayı göze almıştır. Toplumsal mutabakatın tüm nimetlerinden vazgeçmiş, kendi ürettiği gerçekliğin içine hapsolmuştur. Ya da şöyle düşünebiliriz: kendi üretimi olan, tam da kendisine uygun bir gerçeklikle yetinebilmiştir. Belki de bu yüzden delilere biraz da gıpta ile bakar, ama ilk fırsatta onları kendi gerçekliğimize çekme iddiasındaki yöntemlerle cezalandırırız.

Kontrollü bir delilik hali olan sanat ise insanlara ceza muafiyeti kazandırıyor. Bu “akıl ile akıl dışılık arasında gidip gelme” haline dair, bir başka yazımdan bir alıntı yapmak istiyorum:

…Sanatın akıl ile akıl dışı arasında gidip gelen bir süreç olduğunu herhalde kabul edersiniz. Bu sadece sanatçıyı değil, izleyiciyi de kapsıyor. Bir roman yazarı nasıl hayallerini satırlara döküyorsa, okuyucu da bu satırları zihninde canlandırır, ayağa kaldırır, kendi rejisiyle oynatırken hayaller görmüyor mu? Metroda kitap okuyan yolcuların inecekleri durağı kaçırmalarına yol açan halüsinasyonlar oluşmuyor mu zihinlerinde? Tiyatro sahnesinde olup bitenler kontrollü ve zamanlanmış bir şizofreni atağı değil de nedir? Koltuklarında oturan ve karşılarında -kimi zaman defalarcakişilik değiştiren oyuncuları izlerken gülen, ağlayan, öfkelenen izleyiciler de birer pasif şizofrene dönüşüyorlar bence iki perde arasında. Bunu en iyi kavrayabileceğiniz nokta, oyuncuların topluca kulisten selama çıkışlarıdır. Yüzlerinde, eski ve daha az enteresan kimliklerine geri dönüşlerinin bezginliği okunur. Seyirci onları alkışlarken, onlar da seyirciyi alkışlarlar. Oyun birlikte oynanmış, delilik paylaşılmıştır zira.

Deliliğe övgüler yağdıran ve sanat üretimi için deliliği kavramaya, kullanmaya, yapay biçimde oluşturmaya çalışan, bu uğurda madde kullanan sanatçılar olmuştur. Ama hakiki deliliğin çok
önemli bir özelliği var: Bebekleşmek.

Yani, edepsizleşmek, pasaklı olmak, sezgilerle ve bir serçe kadar kendiliğinden davranmak, ihtiyaçlarını ertelememek, her fırsatta soyunmak, hayvanlarla iyi anlaşmak ve onları insandan ayırmamak, eşyayla konuşmak ve iletişimde kural koyucu olmak, bedenini oluşturan parçalar arasında hiyerarşi oluşturmayıp, hepsini bir ve kıymetli saymak, onlara sahip çıkmak, asla söz dinlemeyip bütünüyle başına buyruk olmak. Bunlara, çok uyumayı, gerçek ile rüyayı ayırt etmemeyi (edememeyi değil), kendisi ile dış dünya arasındaki sınırı kaldırmayı da ekleyebiliriz. Bütün bunlar, delilerin ve bebeklerin ortak özellikleri. Bu manzaranın hangi anlama geldiği çok belli: Delilik, size öğretilen her şeyi külliyen reddedip başlangıç noktasına, yani aslına dönme halidir… (Danışıklı Deli”, Güncel SANAT, Ocak 2015)

Ben Roger Ballen’ın yapıtlarında işte tıpatıp bu manzarayı görüyorum. Tıpkı Diane Arbus’un “gerçek aristokratlar” diye tanımladığı toplum dışına itilmiş insanlar
gibi, Ballen’ın sahne arkadaşlarında da müthiş bir kendini var etme cesareti, daha da ötesinde, var etme yaratıcılığı görüyorum. Bu insanlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Onlar, tıpkı birer meddah gibi, çok az malzeme ile, küçücük sahnelerinde, çok büyük öyküler anlatıyor, insan olmaya dair korkutucu ama göz açıcı ipuçları veriyorlar.

Bize aslında ne olduğumuzu, içimizdeki o hep sızlayan ve zaman zaman köpürerek bizi telaşlandıran hayvansı nüveyi bulup çıkartmanın, onun serpilmesine izin vermenin kıymetini hatırlatıyorlar. Bunu bir oyun halinde gerçekleştiriyorlar. Belki bebekliğe dönüşün en keyifli, en zevkli yanı bu. “Homo Ludens”, yani oyunbaz insan olmak. Oyun hayatın provasıdır. Daha az risk alınan, ortaya bir ürün koyma mecburiyeti olmayan, deneme-yanılma fırsatları yaratan ve aslında yanılma şansı da olmayan bir süreç.

Ballen’ın bu sergide izleyeceğiniz çalışmalarında, 1980’lerde “Platteland” ve “Dorps” ile mesafeli ve kurallı başlayan oyunun, “Outland” serisinde daha samimi ve sade bir boyut kazandığını, duvar/sahnenin oluştuğunu ancak sanatçının hâlâ büyük ölçüde bulduğu ile yetindiğini görmek mümkün. “Shadow Chamber”dan itibaren ise oyun, biz dışarıdan bakanlar için zorlaşıyor, oyuncular için ise, belli ki birbirlerini cesaretlendirmeleri sonucunda büyük bir maceraya dönüşüyor, prova olmaktan çıkıp hayatın ta kendisi haline geliyor. Dekor şekilleniyor. Yukarıda saydığım teller, evcil hayvanlar, masklar, çıplaklık, uyku ve saklanma hali nakarata, diğer her şey kulise, sahne arkasına dönüşüyor.

“Boarding House”daki kreşendo, başka bir aşamanın yaklaştığına işaret ediyor: “Asylum of the Birds”. Ballen artık oyun arkadaşı istemiyor ve bana kalırsa onları artık kendi içinde taşıyor. İnsanlar yavaşça gözden kaybolurken, çok daha yalnız ve çok daha kişisel sahneler bize oyunun finaline yaklaştığımızı bildiriyor. Nitekim, “The Theatre of Apparitions” ile birlikte tüm oyuncular ve sonunda uçucu bir yerleştirmeye dönüşmüş olan dekor da ortadan kalkıyor, geriye sadece sahne/duvar ve üzerine sinip canlanan çizgiler kalıyor. Sahne bize, Ballen’ın bunca külfet ile biriktirdiği bilgeliğin damıtılmış şifresini sunuyor.

Alışkanlıkla, içimizden Roger Ballen’ın fotoğraflarındaki insanlar için üzülmek gelebilir. Evet, onlar da herkes gibi çok daha konforlu yaşamayı hak ediyor. Evet, onlar da belki sahnele(n)dikleri belki oldukları gibi aktar(ıl)dıkları bu kesitlerin, bu zoraki çerçevenin içinden çıkmak istiyorlar. Olabilir. Ama ben onlara baktığım zaman işte bütün bu saydığım nedenlerle, daha çok, kendime acıyorum.

Bu noktada, Roger Ballen’a teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Fotoğrafladığı insanların hayatını değiştirdiği ve karşılığında o insanlar tarafından değiştirildiği çok açık. Ben de, çalışmalarına bu kadar yakından baktıktan sonra artık aynı kişi değilim. Ve izin verirse, aralarına katılmak istiyorum.

Orhan Cem Çetin
Kasım 2016

Written by Orhan Cem Çetin

23 Ağustos 2019 at 22:49

Yasaksız bir dünya mümkün mü?

leave a comment »

Güncel SANAT Mart 2015 (Gazetedeki son yazım. Yollarımızı ayırdık ne yazık ki) 
İyi okumalar.

Yasaksız bir dünya acaba mümkün mü? Herkesin “kafasına göre” davrandığı ve kimsenin de bundan şikayetçi olmadığı bir dünya.

Elbette mümkün. Hatta, zaten var. İnsanı çıkaralım, geriye kalan dünya yasaksız bir dünya. O pek beğendiğimiz, belgesellerini çekip hayranlıkla izlediğimiz, dayanışma, bağlılık ve şevkat duygularını, hayatta kalma stratejilerini, doğaya sundukları saygıyı, ahenkli hayatlarını takdir ettiğimiz canlıların dünyasında yasak yok. Suç da yok.

Geriye doğru giderek, insanın da bir noktada suçsuz, günahsız, dolayısıyla cezasız ve yasaksız olduğu noktayı tabii ki bulabiliriz. Bu nokta, insanın hala bir hayvan olduğu noktadır.

Hayvanlar dünyasında elbette antagonizm var; aynı tür içinde çatışmalar, kavgalar, öldüresiye dövüşler var. Ama bunların hiçbiri suç ve ceza mahiyetinde değil. Yaşamsal haklarının tehdit altında olduğunu farkeden ya da düşünen birey, doğrudan mücadeleye giriyor ve bizzat savaşıyor. Milyonlarca yıldır bu böyle sürüp gidiyor ve dediğim gibi kimse de bundan şikayetçi olmuyor.

Peki biz neden böyle olduk? Hayvan olmaktan çıkıp insanlaşmaya başladığımız o kritik noktada, mutlak özgürlüğümüzü nasıl ve nelerin uğruna feda ettik, suçla, günahla, yasaklarla tanıştık?

Bu konu oldum olası kafamı meşgul ediyor. Birkaç onbin yıl geçmişte arıyorum o noktayı. Milyonlarca yıl sürmüş olan bir evrimsel süreç ile insanı oluşturan tüm niteliklerin, dürtülerin, içgüdülerin, arzuların, korkuların, reflekslerin, eğilimlerin, hatta anatominin, kısacası insanı insan yapan hemen her şeyin reddedilmeye, dizginlenmeye, yasaklanmaya başladığı, nispeten yakın tarihteki o meşum nokta.

Freud, her türlü engellenme karşısında gerçek hedefini bulamayan bireysel yaşam enerjisinin, toplumca kabul gören alanlara yöneldiğini, bu alanlarda deyim yerindeyse “deşarj” edildiğini öne sürer. Bu davranışa “süblimasyon” (yüceltme) adını verir. Yani aşağılık, hayvansı dürtülerin daha yüce hedeflere yönlendirilmesi, böylece hem zararsızca tüketilmeleri hem de işe yaramaları. Elektrik sobasındaki tellerin akıma direndikçe ateş gibi kızarmaları, bizim de karşılarına geçip, “Oh sıcacık oldu,” dememiz gibi. Aman ne güzel.

Bu anlamda uygarlığı yasaklara, kısıtlanan özgürlüklerimize, engellenme duygumuza borçluyuz. Sanatı da öyle. Zaten uygarlık ve sanat her dönemde el ele ilerliyor. Hayvan-insanın sanat yapmak için herhangi bir motivasyonu olmadığını rahatlıkla iddia edebilirim. Hedefini bulamayan bir öfkesi, engellenen bir dürtüsü yok ki, neyi yüceltecek?

Bunun modern toplumda bile belirtilerini görmek mümkün. Etkili, çalışkan, ortalamanın üzerinde yaratıcılığa sahip sanatçıların, engellenme duygusu yüksek olan, nispeten “dertli” insanların arasından çıktığını ya da sanatçıların daha dertli oldukları dönemlerde yaratıcılıklarının, üretkenliklerinin katlandığını bilmiyor muyuz? Ben bunu en azından kendimden biliyorum.

Peki ben bir öneriyle gelebiliyor muyum? Ne yazık ki hayır. Zira şu anda insan topluluklarının varoluşunu düzenlemek üzere önerilebilecek her öğreti, kendi değerler sistemi ile yani kendi yasakları ile gelecektir. Mutlak özgürlük, herhangi bir öğreti ile değil, kendi içimizdeki hayvanı serbest bırakmakla mümkün olur. Ben bunu becerebilmiş olsaydım zaten şu an oturmuş bu yazıyı yazıyor olmazdım.

Bir yandan da Freud’un hayli iyimser olduğunu düşünüyorum. Zira hayvansı dürtüleri gerçek hedefini bulamayan bazı insanların doğrudan doğruya sanata saldırdıklarını daha birkaç gün önce kendi korkuyla açılan gözlerimle gördüm. Onları kuşatan yasaklar belli ki çok daha çetin, çok daha aşılmaz idi.

 

Orhan Cem Çetin

Şubat 2015

 

Written by Orhan Cem Çetin

21 Mart 2015 at 06:58

çektim i_shot, Pardon geç kaldım, sanat art, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı

Tagged with , , ,

Prangalı Hayalet

leave a comment »

Güncel SANAT Şubat 2015 
İyi okumalar.

Bir varmış, bir yokmuş.

Bu öykü de burada biter.

Belki şu daha iyi:

Bir yokmuş, bir varmış.

En doğrusu ise şu:

Bir yokmuş, bir varmış, bir yokmuş.

Gördünüz mü, zaman hakkında yazmak ne kadar kolay. Zira zaman işte bu kadar basit; yok denecek kadar basit bir şey.

Zamanın gözden kaçamayacak kadar sert ve her şeyi anlamsızlaştıran hiçliği karşısında yaşadığımız panik tüm öğretileri, aklı, hafızayı, kültürü yaratıyor ve mesela bu gazetenin çıkmasını sağlıyor.

Zamanı belleğe dayandırarak varsaymak, işte bu yüzden hayli işlevsel. Domates bitkisinin yanına saplanarak onu ayakta tutmak için kullanılan sırık kadar işlevsel. Kendisi canlı değildir, kök salmaz, meyve vermez. Görmezden gelinir ve domatesle işimiz bitince bir kenara atılır. Ama onsuz da olmaz ve daha sonra tekrar tekrar kullanılır.

Zamanın yavrusu olan bir de “an” kavramı var ki, o da en çok fotoğrafçıların işine yarıyor. Zira iki şey, ışık ve zaman olmadan fotoğraftan söz edilemiyor. İnsan icadı ve belleğin bir oyunu olan zamandan türetilen “an” gibi, esasen tek başına ışığın değil, ondan çok daha önemli bir parametre olan bakışın ürünü olan “görünüş” de sanki bizden bağımsız olarak varlığını sürdüren, fiziksel, mutlak bir olgu gibi ele alınıyor.

Oysa ne an, ne de görünüş eşyanın kendisine ait mutlak olgular değil.

Görünüş, belli bir dalga boyu aralığındaki ışığın (ki bu aralık çok ama çok dar bir aralıktır) ve karanlığın, insan görme aygıtında yarattığı bir efekt, kendi kafatasımızın içinde oluşan bedava bir gölge oyunu. Hepsi bu. Gözü taklit ederek üretilen cihazların benzer görüntüler, yani sanrının sanrısını üretmesi, -ki bundan daha doğal ne olabilir?- görünüşün, dolayısıyla gerçekliğin algımızdan bağımsız olarak varlığının kanıtı olarak gösteriliyor. Yapmayın, güldürmeyin beni.

Fotoğrafı oluşturan diğer parametreyi, yani zamanı kesin olarak tanımlamak da henüz mümkün olmamışken, onun atomu denilebilecek an neyin nesi? Zaman, fotoğrafçılara kalsa peşpeşe sıralanmış salam dilimleri gibi önümüzde uzanıyor ve biz aradan fıstıklı bir dilimi iştahla çekip alıyoruz.

Keşke öyle olsaydı. Ancak, bellek olmayan bir kainatta, sadece hal vardır. Biz bu halin içinde ya varız ya da yokuz.

An ise, olsa olsa sadece fotoğraflarda görülen ve artık var olmayan bir zaman diliminin prangalı hayaletidir.

 

Orhan Cem Çetin

Ocak 2015

 

Written by Orhan Cem Çetin

26 Şubat 2015 at 10:00

çektim i_shot, Pardon geç kaldım, sanat art, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı

Tagged with , , ,

Danışıklı Deli

with one comment

Güncel SANAT Ocak 2015 
İyi okumalar.

Terapi eğitimi aldığım halde, hocam, ustam, mentorum Gündüz Vassaf’ın telkinleri nedeniyle rahatlıkla girebileceğim bu alana kuşkuyla baktım, uzak durdum. Terapi hiç yapmadım ya da almadım diyemem ama özellikle de halinden memnun, terapi talep etmeyen, yakınlarının zoruyla danışan koltuğuna ve gözyaşı peçetelerine teslim olan bireylerin kafalarını tamir etme girişimleri bana yanlış geliyor. Hele o sevecen, tatlılıkla acıyan terapist kibiri yok mu… (Kendi terapistimi tenzih ederek söylüyorum)

Ortak aklın dışına çıkmak bir hak olamaz mı? Bunu becerebilenler Sokrates’in infazını hatırlatacak biçimde ağır kimyasallar yutturularak ya da beyinleri “reset” edilerek, bellekleri elektrikle silinerek cezalandırılmıyorlar mı? Kendisini Napolyon zanneden bir adamın oyununu ne hakla bozuyoruz? Onu kudretli bir imparatorken neden tekrar sümsük, beceriksiz, “kendisini gerçekleştirememiş”, sıradanın dahi altında bir zavallıya dönüştürmeye çabalıyoruz el birliği ile?

Bu hakkı kendime de tanıyabilmek adına terapi girişimlerine olumsuz bakıyor olabilirim. Hatta sanatçı olmamın altında da bu hakkı kullanma fırsatı bulmam, sanatın deliliği meşrulaştırıyor olması yatıyor galiba. Zenginlik de öyledir. Hele ikisi bir araya gelirse, akıl dokunulmazlığınız zirve yapıyor.

Şimdilik sadece sanatçıyım. Zengin bir sanatçı olmak için ise işte bu yüzden can atıyorum. Ha, en azından kendimi günün birinde zengin bir sanatçı zannedebilirim; o da olur.

Sanatın akıl ile akıl dışı arasında gidip gelen bir süreç olduğunu herhalde kabul edersiniz. Bu sadece sanatçıyı değil, izleyiciyi de kapsıyor. Bir roman yazarı nasıl hayallerini satırlara döküyorsa, okuyucu da bu satırları zihninde canlandırır, ayağa kaldırır, kendi rejisiyle oynatırken hayaller görmüyor mu? Metroda kitap okuyan yolcuların inecekleri durağı kaçırmalarına yol açan halüsinasyonlar oluşmuyor mu zihinlerinde?

Tiyatro sahnesinde olup bitenler kontrollu ve zamanlanmış bir şizofreni atağı değil de nedir? Koltuklarında oturan ve karşılarında -kimi zaman defalarca- kişilik değiştiren oyuncuları izlerken gülen, ağlayan, öfkelenen izleyiciler de birer pasif şizofrene dönüşüyorlar bence iki perde arasında. Bunu en iyi kavrayabileceğiniz nokta, oyuncuların topluca kulisten selama çıkışlarıdır. Yüzlerinde, eski ve daha az enteresan kimliklerine geri dönüşlerinin bezginliği okunur. Seyirci onları alkışlarken, onlar da seyirciyi alkışlarlar. Oyun birlikte oynanmış, delilik paylaşılmıştır zira.

Tıptan kaçamayan delilerin hukuk karşısında elde ettikleri cezai ehliyetten yoksun olma halini, yani cezalandırılamazlığı da yabana atmamak gerek. Sanat bir ölçüde bunu da sağlıyor içine girenlere. Başka koşullarda yadırganabilecek, ayıplanabilecek, kabahat sayılabilecek davranışlar affediliyor, hatta takdir görüyor. Tüm hayatını, varoluşunu bir yapıta dönüştürebilmiş sanatçılar ise aramızda en şanslı olanları.

İşte bütün bunlardan, sanatın aklın dışına açılan tuzaklarla dolu labirentin sonundaki açık kapı olmasından dolayı rahatça söyleyebilirim ki, ben de diğer sanatçılar gibi bir danışıklı deliyim.

Orhan Cem Çetin

Aralık 2014

 

Written by Orhan Cem Çetin

05 Ocak 2015 at 01:34

Ben şimdi sensiz ne yapacağım?

with one comment

Güncel SANAT Aralık 2014 için, kaygı hakkında kaleme aldığım yazım.
İyi okumalar.

Yakınlarda -kendi isteği ile ve terk eden taraf olarak- uzun süredir birlikte olduğu sevgilisinden ayrılan genç bir arkadaşım, kendisini ziyadesiyle mutsuz hissettiğini, yıkıldığını, çaresizleştiğini, ne yapacağını bilemez halde olduğunu anlatıyordu. Tümüyle gereksiz pahalı eşyalar satın alıyor, hiç adeti olmayan saçma işler yapıyor, kişilik değiştirmiş gibi davranıyormuş. Öyküsünün bir noktasında, “Hafızamın bir bölümünü kaybetmiş gibiyim,” demez mi?

Yıllar önce anksiyete ölçümü hakkındaki bir makalede, insanlarda en yüksek düzeyde kaygıya yol açan travmanın, eşin ölümü olduğunu okumuştum. Şaşırmamak elde değildi. Evlat değil, anne, baba ya da kardeş değil de eşin ölümü.

Öte yanda, birlikte uzun yıllar geçirmiş yaşlı çiftlerden birinin ölmesi halinde diğerinin de kısa süre sonra, hatta kimi zaman saatler içinde hayatını kaybettiğini çokça duymuşuzdur.

Demek ki ayrılık anksiyetesi bu denli güçlü, kimi zaman ölümcül olabilen bir sarsıntı. Acaba neden? Sadece çok sevdiğimiz birini kaybetmenin acısı mı bu? Yoksa temelde daha farklı, derin üzüntüyle açıklanamayacak, hatta onun üzerine binen, yoğun gelecek korkusu ve çaresizlik duygusu yaşatan çok daha yıkıcı bir darbe mi yiyoruz böyle durumlarda?

Cenazenin arkasından, “Ben şimdi sensiz ne yapacağım?” diye feryat edenler aslında sorunun yanıtını vermiş oluyorlar.

Arkadaşım da, sevgilisiyle birlikte hafızasını da kaybettiğini söylerken kendi şiddetli sarsıntısı hakkında çok isabetli bir saptamada bulunmuştu. Ayrılık gerçekten bir hafıza kaybı. Ortak yaşam inşa ettiğiniz kişiyle zaman içinde ortak bir hafıza da oluşturuyorsunuz. Bazı şeyleri bilmeyi, düşünmeyi, yönetmeyi ona bırakıyorsunuz. İşbölümü gereği aynısını o da size yapıyor. Ayrılık, söz konusu bilgiler ve deneyimler bütününden de kopma anlamına geliyor. Ölüm bu kopuşu kesin kılıyor.

Hafıza ve huzur arasındaki derin ilişkiye değinmeyi bir başka yazıya bırakarak, toplumların da çoğu kez birey gibi davrandığını hatırlayalım. Tüm insanlık tarihsel olarak, büyüyen bir bebeğin geçtiği evrelerden geçiyor adeta. Ayağa kalkmak, konuşmaya başlamak, okuma-yazma öğrenmek, farkındalık geliştirmek, benmerkezcilikten sıyrılmak, oyuncu olmak, zeka ve ahlak gelişiminin evrelerinden geçmek vs. dahil.

Şu an kaç yaşındayız bilemiyorum ama, bu benzetmeyi kabul edecek olursak, ayrılık anksiyetesini de toplumsal ölçekte tatmamış olmamız mümkün değil. Toplumsal kopuşlar, tahrip edilen tarihi değerler, erişilmez hale gelen sanat eserleri, eskiden kardeş iken düşmanlaşan topluluklar, izleyicisine küsen sanatçılar, bilime küsen toplumlar.

Bütün bunlar, bu ayrılıklar, terk edişler ve terk edilişler içten içe bizi kahrediyor ve belki de sonumuzu hazırlıyor. Ne dersiniz?

Orhan Cem Çetin

Kasım 2014

 

Written by Orhan Cem Çetin

13 Aralık 2014 at 17:28

Pardon geç kaldım, sanat art, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı

Tagged with , , , ,

Bir ben vardır benden biiiiip…

leave a comment »

İstanbul merkezli tematik aylık sanat gazetesi Güncel SANAT’ta, Kasım 2014 için, tabu kavramı hakkında kaleme aldığım yazım, gazetenin izni ile aşağıda.
İyi okumalar.

 

Bir öğrencimin mezuniyet projesi taslağının yarattığını öğrendiğim huzursuzluk, bu ay yazımın fitili oldu.

Otoerotizm. Onanizm. Mastürbasyon.

Konu bu. Kesinlikle rahat konuşamadığımız bir konu. “Hetero-erkil” toplumlarda eşcinsellik bir tabu iken, öyle görünüyor ki otoerotizm daha da büyük, daha da affedilmez bir tabu.

Hemen her öğretide vurgulanan “Önce kendini sev” düsturu belli ki bunu kastetmiyor. Kendini sev ama lütfen fazla ileri gitme.

Oysa bireyin bir mini-evren olduğu (en-el hak), yapabiliyorsa tümüyle kendisine yetebilmesi gerektiği, kendisini sevmezse kimseyi sevemeyeceği vs. sürekli vurgulanıyor.

Kendine yetmenin, yani başka bir bireye ihtiyaç duymadan varolabilmenin, daha doğrusu mutlu olabilmenin sınırı acaba ne? Ve daha önemlisi, neden bir sınır var? Tümüyle kendimize yetebilmemiz toplumsal yaşamın sonunu getireceği için olmasın?

Başka birisi olmadan, sadece kendim ile başbaşa kalıp kendimi takdir edebilirim. Kendimi anlayabilirim. Kendimi eğlendirebilirim, gezdirebilirim, besleyebilirim, şımartabilirim.

Bir dakika… Şımartmak mı? Lütfen bunu kendine dokunmadan yapabilir misin? Lütfen işin içine cinsel aygıtları karıştırmaz mısın? Zira onlar esasen sana ait değil.

Tıpkı sana ait zannettiğin kredi kartlarının aslında bankaya ait olması gibi, bedenin de aslında senin değil. Sana koşullu olarak verildi ve ancak limitleri dahilinde kullanabilirsin. Limit aşımı halinde kullanımın kısıtlanır, hatta elinden alınır. Boşuna sızlanma; sözleşmeyi imzalamadan önce ince yazıları okumuş olmalıydın.

Bedenin sana aitmiş gibi davranmaya kalkıştığın anda -ki bu yaşamına son vermeyi de içeriyor- cezasız bırakılmazsın. Öyle bir ceza ki, sana bir ödül gibi de gelebilir.

Orhan Cem Çetin
Ekim 2014

 

Written by Orhan Cem Çetin

14 Kasım 2014 at 11:11

“Deri Değiştirme”ye dair…

leave a comment »

Sürüngenler deri değiştirir. En çok onların derisi aşındığı için mi? Dünyaya tüm bedeniyle temas eden canlılar. Bütün bir beden, sadece parmak uçlarından oluşmuş gibi.

Deri değiştirme, için dışı itmesidir. Kabına sığamamak. İçten dışa büyümek. Yenilenmek.

İnsanlar da deri değiştirir. Ama eski deri toz olur gider. Bir yılan gibi, yekpare atılmaz eski deri. Yılanlar gibi arkamızda iz bırakmayız deri değiştirirken.

Güneş yanıkları hariç ama. Yanık, ucu kalkmış deriyi soymak kadar zevkli, kışkırtıcı, kendisini hatırlatan, yapmadıkça tedirgin eden az şey var hayatta. Altından ne çıkacağını bildiğin halde üstelik. Nesinden haz duyduğumuzu bilmeden, ama yapmadan da duramadığımız birkaç şey var böyle galiba.

Bedenimizden attıklarımıza dair karışık duygularımız olabiliyor. Süt dişlerini saklayanların sayısı hiç az değildir örneğin. Tuvalet terbiyesinin erken aşamalarındaki çocukların da “ürünleriyle” gurur duyduklarını, onlarla vedalaşma ritüelleri geliştirdiklerini görüyoruz. Hepimiz yaptık bunları. Belki hala yapıyoruz. Güneş yanığı derilerini de önce uzun uzun incelemeden, bir yerde biriktirmeden, öyle çekirdek kabuğu gibi fırlatıp atamayız. Ne de olsa, o bir zamanlar “ben”di.

Giysilerimiz, yapay deriler. İşte onları tıpkı bir yılan gibi atıyoruz üstümüzden, yenilerine yer açmak için. Başta pırıltılı, yeni, gençleştirici, dikkat çekici ama bir süre sonra sönük, gösterişsiz, hatta utanç verici. Yıkamak bile işe yaramaz. Atıp, yenisini giymeli.

Çok sayıda etkileşimli yazılım geliştiriliyor. Kullanıcı tarafından değiştirilebilen ekran arayüzü tarzlarına da “skin / deri” adı veriliyor. Bu ilginç değil mi? Yani içinin, iç organlarının, iç dünyasının, karakterinin aynı olduğunu bile bile derisini değiştirip karakterini de değiştirdiğimizi sanıyoruz. İlkel toplumlarda büyücülerin, savaşçıların, liderlerin törenlerde hayvan derileri giyip halklarını etkilemeleri gibi tıpkı.

Derisiz olma fikri ise tahammül edilebilir gibi değil. Fazlasıyla korkutucu, irkiltici, tedirgin edici bir fikir. Derinin altını, ancak yeni bir deriyle karşılaşma koşuluyla merak edebiliyoruz. Çocuklar hariç. Yalnızca çocuklar (ve belki hekimler) kırıp, kesip, yırtıp içine bakabilme soğukkanlı merakını taşıyabiliyorlar. Oysa, “Beauty is skin deep” (Güzellik deri kadar yüzeyseldir) diye bir söz var. Türkçe’de de “deri” ve “derin” sözcüklerinin benzerliği dikkat çekici.

Belki de hiçbir şey deriden daha derinlerde değildir.

Şubat 2006
 (Güncel Sanat Eylül 2014)

Written by Orhan Cem Çetin

28 Kasım 2010 at 01:28

%d blogcu bunu beğendi: