postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Posts Tagged ‘Cemre Yeşil

Üçüncü gözünüzün nerenizde olmasını isterdiniz?

leave a comment »

(Artful Living Haziran 2014)

[bu bir kaza değildi.] 'accident', Fine art baskı ve el yazısı, 90x90 cm, 2013 © Cemre Yeşil

[bu bir kaza değildi.] ‘accident’, Fine art baskı ve el yazısı, 90×90 cm, 2013 © Cemre Yeşil

Bu yazı Cemre Yeşil hakkında. İzninizle Cemre’den Cemre diye söz edeceğim; yapay bir resmiyetin alemi yok.

Belki ne onu, ne de beni tanımıyorsunuz ama biz birbirimizi çok iyi biliyoruz. Yakınlarda bana dair bir kitap yaptı. Çocuklarımdan sonra bana verilmiş en güzel hediye. “Orhan Cem Çetin benim evim oldu fotoğrafa başladığımdan beri.” diye yazmış kitabın sunuş yazısında. Aynı analojiyi sürdürecek olsam ben ne derdim acaba diye düşünüyorum. Şöyle desem: Cemre de benim pencerem oldu, kâh dışarıyı kâh kendi suretimi gösterdi bana, dışarısı karanlık olduğunda.

Bu yazının, Cemre’nin kısa süre önce Daire Galeri’de açılan sergisi hakkında olması gerekiyor ama ne mümkün. Belki de bu yazının benden istenmesi bir hataydı zira algımı daraltıp sadece ‘This was / Bak bu’ hakkında konuşmam gerçekten zor. Cemre hakkında önyargısız olmamın çok zor olduğu gibi. Ne de olsa birlikte büyüdük.

Açılışta öğrencilerim vardı. Bazıları aynı anda Cemre’nin de öğrencileri. “Hocam sergiyi nasıl buldunuz?” diye sordular. Ben gülümseyerek, “Cemre ne yaparsa güzel yapar,” diye yanıtladım. İşte bu kadar önyargılıyım.

Sergideki işleri ilk görenlerden oldum. Sınırlı sayıda basılmış bir çeşit kitap, bir derleme halindeydi. Kitabı oluşturan formalar daha önce -ister inanın ister inanmayın- paftalar halinde, Londra’da bir lokantada masa örtüsü halinde sergilenmişti. Çok etkilendim. Bu işi Türkiye’de de sergilemek niyetinde olduğunu ve fotoğraflara eşlik eden notları benim Türkçeleştirmemi istediğini söyledi.

Benim bir mesleğim de çevirmenliktir. Hani, bir insanı iyi tanımak istiyorsan onunla yolculuğa çık derler ya, ben de çevirmenlikten şunu öğrendim: Bir metni iyi anlamak, gerçekten kavramak istiyorsan, onu başka bir dile çevir.

Cemre’nin hayatı hayat yapan irili ufaklı idrak anlarında aldığı notlardan oluşan ve her biri zaten birer cümlecik, birer andaç, birer madalyon olan fotoğraflarına dair İngilizce notlarını sergi künyeleri için Türkçeleştirirken, onu iyiden iyiye anladım, kavradım.

Kavrayışım bana şunu gösterdi: Cemre’de benim için sürpriz yoktu. Zaten bildiğim gibiydi ve fotoğraf çekmek, sanatta yetkinleşmek, sergi yapmak için yaşamıyordu. Yaşadığı için ve bunu öylesine yapmadığı, hayatı tüm tatlarıyla sofrasına koyduğu, bizleri de bu sofraya buyur ettiği için fotoğraf çekiyordu.

Onu tanıdığımdan beri yükselen bilgeliği büyük bir çiçek açmış, içinden muazzam bir şiir çıkmıştı.

Ahu Antmen, sergi kataloğunda yer alan makale zenginliğindeki sunuş metninde, Cemre’nin fotoğrafçılığını kusursuz biçimde konumlandırıyor ve özellikle kurmaca fotoğraf ile tanıklığa dayalı fotoğraf arasında bir ayrım yaptıktan sonra, serginin bu iki tutumu birleştirdiğinden, günümüzde fotoğrafın kişisel bellek ile ne kadar iç içe geçmiş olduğundan söz ediyor. Cemre bizzat vurgulamasa da, tıpkı benim şimdi yapacağım gibi, işlerin cep telefonu çekimleri olması, Instagram ya da onun öncülü olan Polaroid estetiğini, dolayısıyla gündelik paylaşılan hatıra fotoğraflarını çağrıştırmaları, daha doğrusu bizatihi öyle olmaları sergi açılışında konuşuldu. (*) Bunu bana söyleyenler de oldu.

İkiye ayrılıyorlardı. Bir görüş, artık duymaktan sıkıldığım ‘fotoğraf bombardmanı altında olduğumuz’ meselesi, diğeri ise telefon gibi ‘dandik’ bir aletle, saygın bir galeride fotoğraf sergisi açılabilmiş olması nedeniyle dile getirilen takdir.

Her iki görüş hakkında da söyleyeceklerim var.

İlkinden başlayalım. Bunu bana söyleyen bir arkadaşıma, biraz da sesimi yükselterek, “E, ne olmuş durmadan fotoğraf görüyorsak? Ben 55 senedir sesler duyuyorum, üstelik gözümü kapatabilirken kulağımı kapatamıyorum. Bir ses bombardımanı altında yaşıyorum. Ama hâlâ keyifle müzik dinleyebiliyorum. Ayrıca, fotoğraf görmediğimiz anlarda yine de birşeyler görüyoruz. Görüntü bombardmanı bunu da kapsıyor mu?” diye sordum. “Anlıyorum ne demek istediğini,” diyerek uzaklaştı. Diğer konuya geçelim.

Cep telefonuyla çekilen fotoğrafların ‘sanat mertebesine’ yükseltilebilmiş olmasını takdir etmeyi ise herhalde kullanılmış kibrit çöplerinden gemi maketi yapan birisini takdir etmeye benzetebiliriz ki, sergiden alınacak derin hazza böylelikle büyük bir gölge düşürmüş oluruz.

Serginin veya serinin görece daha az konuşulan ama en az fotoğraflar kadar önemli bir başka bileşeni de her birinin altında Cemre’nin elyazısı ile okuduğumuz, ‘This was…’ (Bak bu…) diye başlayan, fotoğrafın hangi anıya dair olduğunu fısıldayan cümleler.

Serginin bize sunduğu hazzı işte buralarda aramak gerekiyor herhalde. Ahu Antmen, benden önce davranıp işleri birer haikuya benzetmiş. Çok haklı. Burada zarif ve şiirsel bir hafıza inşaatı görüyoruz. Bir anı defteri. Metinleri birer ‘resim altı’ (caption) olarak ele almak hata olur. Zira fotoğraflarla metinler arasına bir alt-üst ilişkisi yok. Haikuyu birlikte oluşturuyor, birbirlerine tutunuyorlar. Fotoğraf o anı (bak), metin ise o anın duygu yükünü (bu) ima ediyor.

Üstelik bu gerçek bir yaşam öyküsü. Cemre’nin, işlerin mekân içindeki sıralanış ve boyutlarla oluşturduğu kurgunun üzerinde ne kadar çok kafa patlattığını varın siz düşünün.

Kendi dünyasını büyük bir samimiyetle ortaya koyuyor, bize de kendi hatıralarımızla ilgili anahtarlar veriyor. Bu çıplaklığı bir cesaret addedip takdir edenler de olacaktır ama zaten cesaret sanatın ön koşulu değil mi? Dünyada esasen otobiyografik olmayan bir yapıt var mı?

Bence asıl cesaret de işte burada. Cemre’nin hayali karakterlere, yabancılara ve uzak metaforların arkasına saklanmadan, tıpkı bir performans sanatçısı gibi kendisini bir yapıta dönüştürmüş olmasında.

Yıllar önce bir anket okumuş, sonra aynı soruyu farklı gruplara ben de sormuştum. Soru şuydu: “Üçüncü bir gözünüz olsaydı, nerenizde olmasını isterdiniz?”

Her defasında öne çıkan iki yanıt:

– İşaret parmağımın ucunda.
– Başımın arkasında.

Cemre, “Bak, bu” diyerek ilkini gerçekleştirmiş oldu. Şimdi sıra ikincisinde.

 

Orhan Cem Çetin, Mayıs 2014

 

 


(*) Instagram’ın kare formatı, ekran simgesi, bordürleri ve her fotoğrafın yanına bir not yazma imkânı, esasen Polaroid 600 serisi filmlerden ödünç alınmıştı. Türkiye’de öncelikle Şahin Kaygun, daha sonra Tahir Ün ve Nazif Topçuoğlu bu formatı kullandılar. Şahin Kaygun SX-70 film kullanıyordu ama 600 serisi filmlerin ve Image gibi türevlerinin, hatta günümüzde Impossible adıyla geri gelmiş olan, anında gelişen “integral” filmlerin ortak özelliği, görüntüyü çevreleyen bordürün altta genişlemesidir. Bunun nedeni görüntüyü geliştiren kimyasal keseciklerinin buraya yerleştirilmiş olmasıdır. Ancak yıllar içinde bu alan notlar yazmak için kullanılageldi. Hatta Polaroid, bazı kamera kitlerinin içine ünlü Sharpie asetat kalemlerini de dahil ediyordu zira filmin üstüne herhangi bir kalemle yazılamıyordu. Cemre’nin ‘This was’ serisini de bu geleneğin bir devamı olarak algılamak gerek bana kalırsa.    

 

Written by Orhan Cem Çetin

04 Temmuz 2014 at 10:36

Ruh Halimi Belgeliyorum

leave a comment »

postparalax varken başka mecralardan gelen yazı taleplerine hemen evet diyemiyorum. Geçtiğimiz yıl, uzun süre benden içerik isteyen bir dergiye de -sağolsunlar- sadece bu refleks nedeniyle bir türlü evet demediğimi farkettim ve “Çağdaş Fotoğraf” başlığı altında hazırladıkları dosyada işlerimle yer almaya, kendi görüşümü kaleme almaya razı oldum. Böylece aşağıdaki kısa yazı ortaya çıktı.
İlke gereği, başka mecralar için yazdığım yazıları, henüz yayınlanmadan burada paylaşmıyorum. Bu bir periyodik ise, genellikle bir sonraki sayının çıkmasını bekliyor, sonra izin alıp buraya da koyuyorum. Ancak bu kez işler biraz ters gitti. Yazıyı gönderdikten sonra iletişim kesildi. Dergiyi o ay piyasada bulamadım. Genelde nezaketen bir kopya adresime yollanır. O da gelmedi. E-postalarım yanıtsız kaldı. Dergi çıktı mı, yazı yayınlandı mı, asla öğrenemedim. Bu nedenle blogda paylaşma koşulları bir türlü oluşmadı. Sonra da gündemim değişti ve bu konuyu doğrusunu isterseniz unuttum, gitti.
Ancak son zamanlarda hakkımda aynı vesile ile üretilen iki çalışma, (önce Ali Taptık’ın yazdığı sergi değerlendirmesi, daha sonra Cemre Yeşil’in yakında basılacak kitabı; ikisine de minnettarım) beni çok duygulandırdı ve aslında röportajlar dışında kendi çalışma pratiğim hakkında net ve kalıcı bir söz söylemediğimi farkettim. Sonra şu yazı aklıma geldi. Neredeyse bir manifesto olduğunu gördüm ve paylaşmanın zamanı geldi diye düşündüm.
İyi okumalar. 

Önce çağdaş fotoğraf dendiğinde ne anlamamız ve ne anlamamamız gerekir, buna değinmek doğru olacak. 

Günümüz sanatı, güncel sanat, çağdaş sanat etiketlerini biliyorsunuz. Başta biraz tartışılmıştı. Günümüz ne demek? İçinde yaşadığımız mevcut gün, günümüz oluyor ve bu sürekli kendisini güncelliyor. O halde günümüz sanatı demek fazlasıyla değişken bir eksende, esasen olanaksız, beyhude bir tanım çabası ortaya koyuyor.

Kendisini güncelliyor dedik. Güncel sanat da işte aynı nedenle tanımlama yeteneği olmayan bir tanım. Keza çağdaş sanat. İstisnasız her yapıt, tanım gereği üretildiği esnada çağdaştır. O halde çağdaş sanat yeterince ayrıştırıcı değil.

Çağdaş fotoğraf lafının da ne kadar tanımlayıcı olduğu böylelikle ortaya çıkıyor.

Yani, demeye çalıştığım şu ki, bu tanımları çözümlemek için içerdikleri sözcüklere değil, çevrelerindeki uzlaşıya bakmak gerekiyor. Zira esasen herkes neden bahsedildiğini gayet iyi biliyor. Bazı kavramlar böyledir. Tanımlamak olanaksızdır ama onun ne olduğu hakkında kesin bir mutabakat vardır. Örneğin orgazm.

Neyse, laf nereye geldi. Hepinizin malumu olan bu konuyu gündeme getirdiğim için bağışlayın. Ama, çağdaş sözcüğü öylesine pozitif yüklü ki, birileri için “Çağdaş fotoğraf yapıyor” dendiği anda diğerleri, “Ne yani bizimki çağdışı mı? Modası geçmiş mi? Ne?” diye ayağa kalkıyor.

Bu noktada, aşağıda asıl tanımı yapacağımı bekliyorsanız, aldanıyorsunuz. Zira bu benim işim değil. Ben bir pratisyenim. Daha çok kendi üretimimden, kendi pratiğimden, kendi dünyamdan söz edebilirim, kendimi tanımlamayı deneyebilirim, ki aslında ihtiyacım olan da budur:

Başka fotoğrafçılar için söylenen sözleri kişisel almadım. Hatta, benim için söylenen sözlerin bile bir kısmını kişisel almadım.

Bir fotoğrafçı olduğumu hiç unutmadım. Bu işi meslek olarak da yaptım, bu sayede hayat hakkında çok şey öğrendim.

Fotoğrafın gücüyle ilgilendiğim kadar güçsüzlüğüyle de ilgilendim. Aynısını kendime de yaptım. Bu sayede başka sanatları da deneyebildim. Bu deneylerden öğrendiklerimi birbirine kaynaştırmayı da denedim.

Başka alanlardan gelen sanatçılarla ortak çalışmalar yapmaktan çok büyük bir haz aldım. Onlardan çok şey öğrendim.

Hayatın ve fotoğraf teknolojisinin ivmeli değişimine karşı koymadım. Bu değişimi işlerime ister istemez yansıttım. Hem de patinaj yapmamış oldum.

Dünyayı izledim ama yerel olmayı da önemsedim.

İzleyiciyi çok önemsedim. Her zaman izleyici ile birlikte ürettiğimi hissettim.

Vb.

Bütün bunları da çağdaş fotoğrafçı olayım diye yapmadım. Hatta, herhangi bir şey olayım diye değil, sadece yapmadan duramadığım için, iyi kötü bir varolma stratejisi izlediğim için yaptım.

Ne iyi ki yaptıklarım mecrasını buldu, insanlar beni yüreklendirdi. Bu cesaretle de değişmeye devam ediyorum.

Çağdaş fotoğraf konusuna dönecek olursak; yukarıda yazdıklarımın ışığında, içine sokulduğum kategori ile herhangi bir sorunum olmadığını, aksine işlerimin çağdaş sanatın şemsiyesi altında ele alınıyor olmasının çabamı daha anlaşılır kıldığını belirtmeliyim.

Zira ben ruh halimi belgeliyorum ve aranan tanım da belki budur.

 

Orhan Cem Çetin
Eylül 2013

Written by Orhan Cem Çetin

22 Mart 2014 at 00:03

öyle bir şey

with one comment

Bir fotoğrafta kimse görünmüyorsa, fotoğrafçı ayrıcalıklıdır.

Bir fotoğrafta sadece bir kişi görünüyorsa, o kişi ayrıcalıklıdır.

Bir fotoğrafta iki kişi görünüyorsa, kendisini ikinci sayan kişi ayrıcalıklıdır.

Zira kainattaki diğer herşey dışarıda bırakılmış, sadece o içeri buyur edilmiştir.

Bu fotoğraf, ara sıra göz attığımızda bizi zamanda, henüz o günü yaşamadığımız daha eski bir noktaya savuran, işi bitmiş, süslü ve atmaya kıyamadığımız davetiyeler gibidir.

Davet bitmiş, ortalıkta kimse kalmamıştır ama, dahil edilmiş olmanın gururu bize ömür boyu yetecektir.  

cemre için;

orhan cem çetin / mayıs 2012

nerede / where is this?

If no one appears in a photograph, the photographer is privileged.
If only one person appears in a photograph, that person is priviliged.
If two people appear in a photograph, only the one who assumes to be secondary is privileged.
Because, everything in the universe has been excluded and only that person has been admitted in.
That photograph is like those fancy invitation cards which are both obsolete and indispensible and which, as we occasionally glance over, throw us away to a point in the past where we have not enjoyed the day yet.
The event is over and no one is around but the honor of having being invited will last us a lifetime.
for cemre;
ocç / may 2012


Written by Orhan Cem Çetin

23 Haziran 2012 at 00:20

haberler news, sanat art, sergi, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı

Tagged with , ,

%d blogcu bunu beğendi: