Posts Tagged ‘film’
Düztaban Fotoğrafçılar İçin Mazeret Kılavuzu
Dijital fotoğrafın hem amatör, hem mesleki alanda yerini sağlamlaştırması ile birlikte, fotoğraf etrafında dönen gündelik konuşmalar da değişti, kendine özgü bir jargon, bir mantık edindi, yepyeni bir fotoğraf kültürü oluştu.
Çoğunuz izlemişsinizdir; en popüler gizli kamera şakalarından biri minilab görevlisinin müşterinin banyo için verdiği film kasetini tezgahın altında elçabukluğu ile değiştirip film şeridini kurbanın dehşetle açılan gözlerinin önünde boylu boyunca kasetten dışarı çekerek “Bakın, çektiğiniz fotoğrafların hiçbiri çıkmamış!” demesidir. Bu şakanın dijital versiyonu acaba ne olacak? “Efendim bakın, kartınızda hiç görüntü yok, siz sadece ses kaydı yapmışsınız!” mı? Ya da, “Efendim, ne demek ‘Ben çiftleşen fil fotoğrafları çekmedim’. Bunlar ne? Bu sizin kartınız değilmi? Yanınızda eşiniz var diye bizi zor durumda bırakmayın lütfen!” mi?
Asıl merak ettiğim ise dijital mazeretler. Geleneksel fotoğrafçılığın yüzaltmışküsur yıllık tarihinde, işler yolunda gitmediği zaman başvurulagelmiş olan türlü bahaneler, mazeretler var. Bunlar da fotoğraf kültürünün çok önemli bir parçası ve doğal olarak değişimden paylarını alacaklar. Buyurun, bakalım nasıl olacak; yoksa hiçbir şey değişmeyecek mi?
.
Eskiden: Ah, sormayın, tam ben filmi kasetten çıkartmıştım ki, çocuk karanlıkodanın ışığını yakmaz mı… Gitti güzelim fotoğraflar!
Şimdi: Ah, sormayın, tam ben kart okuyucudan görüntüleri aktarmaya başlamıştım ki, çocuk USB kablosunu ayırmaz mı… Kart da silindi, sistem de kilitlendi… Gitti güzelim fotoğraflar!
.
E: Yahu vallahi bende iş yok. Makineyi alalı 2 ay oldu, topu topu 36 pozu hala daha bitiremedim.
Ş: Yahu vallahi bende iş yok. Makineyi alalı 2 ay oldu, topu topu 360 pozluk kartı hala daha dolduramadım.
.
E: Ben filmi taktım zannettiydim. Meğer takılmamış. Aynı karenin üzerine çeker dururmuşum. Sayaç otuz altıdan sonra ilerlemeye devam edince farkettim. Bir tane sağlam fotoğraf yok.
Ş: Ben değiştirdim sanmıştım; meğer makine önizleme konumunda kalmış. Aynı karenin üzerine çeker dururmuşum. Sayacın yerinde saymasından farkettim. Sadece bir tane sağlam fotoğraf var, o da sonuncusu.
.
E: Patron, her zaman düzgün çeken adam niye bu defa çuvallasın? Ben kesinlikle masumum. Film bayatmış / laboratuvar hatalı banyo işlemi yapmış / baskılar kötü yapılmış / havaalanında X-ray filmleri bozmaz demişlerdi ama işte bakın bozmuş / asistan filmleri güneşin altında bırakmış / fotoğraf makinesi meme yapmış. Ben ne yapabilirim?
Ş: Patron, her zaman düzgün çeken adam niye bu defa çuvallasın? Ben kesinlikle masumum. Bu yeni makinenin CCD’si kötüymüş / photoshop’ta hatalı convert işlemi yapmış / ekran kalibrasyonu kötü / baskılar kötü yapılmış / havaalanında X-ray manyetik kayıtları bozmaz demişlerdi ama işte bakın bozmuş / asistan makineyi cep telefonunun yanında bırakmış / fotoğraf makinesi meme yapmış. Ben ne yapabilirim?
.
E: Efendim, şimdi sizin bu film Meksika pazarı için üretildiğinden, bizim burada hazır printer set-up ayarları yok. Biz en yakın kanaldan bastığımızda da böyle oluyor. Ya buna katlanın ya da filminizi bırakın, sizin için yeni set-up yapalım. Ama çarşambayı bulur, ayrıca ekstra alırız. Nasıl? Efendim, agrandisör baskısının düzgün olması birşey ifade etmez. Önemli olan minilab baskısı.
Ş: Efendim şimdi sizin bu makine Meksika pazarı için üretildiğinden, bizim kart okuyucu da farklı bir sotveer kullandığından, görüntüler böyle abuk sabuk oluyor. Ya buna katlanın ya da makinenizi bırakın, servise gönderip beynini değiştirtelim. Ama çarşambayı bulur, ayrıca epeyce de tutar. Bakın güzel makinelerimiz de var. Aynı hesaba gelir yani. Nasıl? Sizin evdeki ekranda düzgün görmeniz birşey ifade etmez. Önemli olan bizim kart okuyucu.
.
E: Alo? Ne? Hala ulaşmadı mı? Biz diaları kuryeye vereli beş saat oluyor. Biraz daha bekleyin. Neredeyse gelir. Ben o arada kurye servisini aratayım, size geri döneriz.
Ş: Alo? Ne? Hala ulaşmadı mı? Biz görüntüleri e-mail ile yollayalı onbeş dakika oluyor. Biraz daha bekleyin. Neredeyse gelir. Ben o arada server durumunu kontrol edeyim, size geri döneriz.
.
E: Dedeciğim, tabii yollarım sana çektiğim fotoğrafları. Elim dolu, sen şimdi bana şu sigara paketinin üstüne adresini bi yaz hele. Ne? Okuman yazman yok mu? E, torununun da mı yok?
Ş: Dedeciğim, tabii yollarım sana çektiğim fotoğrafları. Elim dolu, sen şimdi bana şu sigara paketinin üstüne e-mail adresini bi yaz hele. Ne? E-mail adresin yok mu? E, torununun da mı yok?
.
E: Hanımefendi, evet biliyorum pazartesiye yetişir demiştim ama, inanılmaz sorunlar yaşıyoruz. Gece banyo tankına böcek girmiş, sen git takviye pompalarını tıka, bütün dengeler bozuldu.Yüzlerce litre banyoyu döktük. Bütün tanklar temizlendi felan, hepsi baştan hazırlanıyor. Bugün son ayarları yapıyoruz, ancak ondan sonra. Çok özür dilerim yani, altüst olduk, sormayın.
Ş: Hanımefendi, evet biliyorum pazartesiye yetişir demiştim ama, inanılmaz sorunlar yaşıyoruz. Gece ana bilgisayara virüs girmiş, sen git netvörkten bütün sistemi kilitle, bütün harddiskler bozuldu.Yüzlerce müşterinin bekapları silindi. Bütün harddisklere format felan atıldı, hepsine baştan sistem kuruluyor. Bugün son ayarları yapıyoruz, ancak ondan sonra. Çok özür dilerim yani, altüst olduk, sormayın.
.
E: Orijinal negatifleri mi? Aa, yok, kesinlikle veremeyiz. Prensip olarak yani. Siz gerektiğinde yine bize bastırabilirsiniz. Bak kaç yıllık negatif arşivi var burada. Hiçbir şey olmaz. Merak etmeyin.
Ş: Orijinal CD mi? Aa, tabii ki verebiliriz. Yap oğlum logolu bi set 640’a 480 olarak. Hiç sorun değil! Siz gerektiğinde yine bize bastırabilirsiniz. Bak kaç gigabaytlık CD arşivi var burada. Hiçbir şey olmaz. Merak etmeyin.
.
E:
– Beyefendi, tabii anlıyorum eşinizin fotoğraflarını sormadan vitrine koymuş olmamız büyük bir hata. Bunun için de çok özür dileriz ama patron tatilde, vitrinin anahtarı da onda, 15 günden evvel de dönmez. Ne yapayım yani?
– Bilemiyorum artık, ne yaparsanız yapın. Kırdırtmayın bana şimdi camı çerçeveyi!
Ş:
– Beyefendi, tabii anlıyorum eşinizin fotoğraflarını sormadan web sitemize koymuş olmamız büyük bir hata. Bunun için de çok özür dileriz ama patron seyahatte, ftp şifreleri de onda, 15 günden evvel de dönmez. Ne yapayım yani?
– Bilemiyorum artık, ne yaparsanız yapın. Kırdırtmayın bana şimdi domain’inizi, şifrenizi mifrenizi!
.
E: Şey Bey, dağın başında eksi bimnemkaç derecede makinenin ışıkölçeri falan hep gitti. Hiçbir sistemi çalışmıyor. Soğuktan bütün gresleri bırt olmuş. Sonuç da işte bu. Çok üzgünüm.
Ş: Şey Bey, dağın başında eksi bimnemkaç derecede dijital makine çalışmadı. Açılmadı bile. Bunun üzerine eski usul makineye döndük. Onun da ışıkölçeri falan hep gitti. Hiçbir sistemi çalışmıyor. Soğuktan bütün gresleri bırt olmuş. Sonuç da işte bu. Çok üzgünüm.
.
E: Ah güzelim, sorma neler oldu. Ben fotoğrafı masanın üstüne koymuştum. Pencere de açıktı. Kedi, sen gir içeri, doooğru gel, fareyle oynar gibi işte bu hale getirmiş, bir de üstüne çiş etmiş!
Ş: Ah güzelim, sorma neler oldu. Ben fotoğrafı masaüstüne koymuştum. Photoshop penceresi de açıktı. Kedi, sen gir içeri, doooğru gel, fareyle oynadığı gibi işte bu hale getirmiş, bir de üstüne save etmiş!
.
İşte böyle efendim. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Zaten insan tabiatı gereği, kendiliklerinden çoğalacaklardır. Kalın sağlıcakla, bir mazeretim çıkmazsa tekrar görüşürüz.
Negatifadam
(Bir zamanlar Photoline dergisinde yayınlanmıştır)
Ne Diyorsun Sen Be?

© Orhan Cem Çetin, 2009
Trendeyim. Yeni bir çekim için yoldayım. Canım kimseyle konuşmak istemiyor. Bir arkadaşımla birlikte yola çıktık. Fotoğrafçılığa meraklı. Benimle vakit geçirmeyi seviyor. Hem, bana da yarenlik ediyor, beklemelerde, yollarda yalnızlığımı gideriyor.
Ama bu defa içimden onunla bile konuşmak gelmiyor. Nedensiz bir sıkıntı var üzerimde. Belki sonraki gün başlayacak çekime konsantre oluyorumdur.
Fotoğrafçılığı kimi zaman taksi şoförlüğüne benzetirim. Bir sonra yanınızda kimin oturacağını, onun sizi kendi meseleleri uğruna nereye savuracağını, başınıza neler geleceğini asla önceden bilemezsiniz. Bu defa da öyle oldu.
Trendeyiz. Gürültülü bir tren yolculuğu. Hava yavaşça kararıyor. Güneş, kompartmanımızın penceresindeki yerini korumaya çalışıyor. Diğer herşey hızla kayıyor önümüzden. Tren, bir film şeridi gibi ilerliyor arazide. Her pencere, bir film karesi.
Alacakaranlıkta, tarlalardan kızaran güneşle aynı renkte isli alevler yükseliyor. Arkadaşım, “Yau Cemcim, manzaraya bak! Çeksene şunu!” diye bana ikram ediyor müthiş manzarayı. “Şimdi üşeniyorum; derinde makine. İstiyorsan sen çek,” diyorum, gözlerimi dışarıdan ayırmadan. Niye o anda bir fotoğraf çekmem gerektiğini pek kavrayamıyorum. Daha fazla da düşünmüyorum zaten.
6 kişiyiz kompartmanda. Dördünü hiç tanımıyorum. Karşımda, benim gibi pencere yanında oturan yaşlı bir adam var. Yola çıkarken ricası üzerine yer değiştirmiştik. Yüzünü trenin gittiği yöne dönerek oturması gerekiyormuş. Yoksa rahatsızlanıyormuş. Benim için sorun değil. Hatta, dışarı bakarken manzaranın sürekli benden uzaklaşıyor olmasını daha anlamlı, hayatın gerçeğine daha yakın buluyorum galiba.
Bu defa arkadaşım istiyor yerimi. İlle fotoğraf çekecek. Ben yine gözlerimi dışarıdan ayırmadan, oturduğum yerde kayarak pencere yanını boşaltıyorum. Bizimki hemen cama yapışıp ayar yapmaya başlıyor. Birkaç teknik soru soruyor. Sonra camdaki yansımasından şikayetçi oluyor. Diğer yolculardan izin alıp birkaç dakikalığına kompartmanın ışıklarını söndürüyorum. Dışarıdaki anız yangınları daha da muhteşem görünüyor şimdi. Arkadaşım peşpeşe deklanşöre basarken, karşısındaki yaşlı adam, “Aaaah!” diyor aniden. “Şimdi ne çok börtü böcek, köstebek ölüyordur orada!”
Sessizleşiyoruz hepimiz. Irak savaşının ilk günlerinde, TV’den gece saldırıları naklen verilirken bir muhabirin izli mermilerin gökyüzünde oluşturduğu ışık selini ne kadar muhteşem bulduğunu anlatışını anımsıyorum. Biz fotoğrafçılar, bunu ne çok yapıyoruz aslında. Çoğu kez farkına bile varmadan.
Muhteşem görünüşler. Çarpıcı sahneler. Unutulmaz ifadeler. Etrafıma bakıyorum. Burası da onlarla dolu aslında. Camdan dışarı bakıp, kömürleşen börtü böceğe hayıflanan amca ve yanında oturan, elleri göbeğinin altında birleşmiş, başı ve sarkık dudakları sağa sola sallanarak uyuyan memleketlisi. Amca, hiç şüphesiz biraz daha beklesem küçücük el yapımı basma bir kesenin içinde sakladığı Serkisof ya da Hislon marka köstekli saatini çıkarıp gözlerinden şöyle biraz daha uzaklaştırarak toprağa basmasına kaç saat kaldığına bakacaktır. İşte sana çarpıcı bir fotoğraf. Peki ama bunu neden çekmeli? Ben bu amcayla şu anda konuşmak bile istemezken, onun bir fotoğrafını çekmeye hakkım var mı? Hele o fotoğrafı sergilemeye, bu görüntü üstünde, elimde bir kadeh beyaz şarapla bir sergi açılışında ahkam kesmeye hakkım var mı? Ne biliyorum ben bu amca hakkında? Tesadüfen aynı kompartmana düşmemiz dışında ne gibi bir ortak yanımız var? Ben acaba onu ilgilendiriyor muyum?
“Amca,” diyorum aniden, “kaç yaşındasın?”
“Yetmişbeş” diyor, tereddütsüz. Galiba yuvarlıyor bu sayıyı birkaç yıldır. “Ş” harflerinde uyumsuz bir total protezin akustiği var.
“Maşallah,” diyorum. “Kaç torunun var?”
“Dört çocuktan on yedi torun.”
“Ooo! Çokmuş. Ne güzel, yalnız bırakmıyorlardır seni.”
Sessizce gülüyor. Dışarı çeviriyor bakışlarını yine. “Herkes kendi derdinde oğlum,” diyor sonra. “Bizi unuttular. Üç sene önce hanım öldü. Biraz toprağımız, hayvanımız vardı. Hep sattım, çoluk çocuğa, torunlara okul harçlığı olsun, evlenenlere yardım olsun. Hepsi çekip büyük şehirlere gitti. Ben kaldım dımdızlak. Duramıyorum evde. Kimsem yok. Konu komşu hep benden genç. Arkadaş yok. Hepsi sizlere ömür. Kahvede duramıyorum. Akşama kadar meşgale arıyorum. Şimdi bu trenlerle dolaşıyorum. Sabah erkenden biniyorum. Çok uzağa gitmiyorum. Akşama da gerisin geri dönüyorum. Ne yapayım oğlum, böyle gide gele sonunda bizim de nereye gideceğimiz belli. Günümü dolduruyorum işte.”
“Öyle deme amca!” diyorum ani bir refleksle. Peki öyle demesin de ne desin? Var mı bir önerim acaba? Çok kötü hissediyorum. Adeta onu bakımsız tren kompartmanlarında yabancılarla sonuçsuz sohbetlere terkeden evlatlarından biri benmişim gibi suçlu sayıyorum kendimi. “Onlar da özlüyorlardır seni ama, hayat kavgası işte,” diyorum.
“Öyle, öyle,” diyor. “Canları sağolsun. İyi olduklarını bileyim yeter. Üç beş kuruş para yolluyorlar ara sıra. Mektup yolluyorlar. Ara sıra telefon.” Elini ceketinin cebine sokuyor. Epey uğraştıktan sonra, derinlerden ufacık, şişkin bir defter çıkarıyor. Bu amcanın, …
“Amca adın ne?”
“Serhat oğlum.”
Bu Serhat amcanın yanından ayıramadığı, her daim yorgun kalbinin üzerinde taşıdığı şu küçücük hazinesinde neler var acaba.
Bana defterinin arasından fotoğraflar çıkarıp gösteriyor. Defteri kadar küçük fotoğraflar. Kimilerinin de, oraya sığsın diye “gereksiz” yerleri eğri büğrü kesilmiş. Rahmetli eşi, bir balkon kenarında, kocaman açmış cinsi belirsiz bir saksı çiçeğinin yanında, belirsiz bir geleceğe gülümsüyor. Serhat amca, bir ortaokul öğrencisi olarak beden eğitimi dersinde, arkadaşlarıyla. “Bak, şu benim,” diye ön saftakilerden birini gösteriyor. Fotoğraf o kadar küçük, Serhat amcanın tırnakları çatlak kuru parmakları o kadar büyük ki, fotoğraftaki hayallerden hangisini işaret ettiğini anlamak mümkün değil. Hele sürekli sarsılan kompartmanın cılız ışığında. Zaten ne farkeder ki. Bu daha çok onu ilgilendiriyor. Fotoğrafta yedi çocuk var. O halde bu fotoğraftan altı tane daha “tabedilmiş” zamanında. Serhat amcadan da altı tane daha varmış. Onlar kimbilir neredeler şimdi. Her biri bu fotoğrafı kalbinin üzerinde taşıyor ve bir yabancıya göstermek için fırsat mı kolluyordur? Yoksa çoktan Serhat amcanın bir an önce ulaşmaya çalıştığı son durağa ulaşmış, bu toprak kokan fotoğraf da bir torunun çekmecesini boylamış mıdır?
Aniden yüreğim sıkışıyor. Hırslanıyorum. “Amca, bu fotoğrafı bana versene,” deyiveriyorum.
Serhat amca yüzüme bakıyor. Diğer yolcular da başlarını kaldırıp şaşkın, sessizce bizi izliyorlar. Bir süre bakışıyoruz amcayla. Sonra, “Al,” diyor ve biraz daha uzatıyor fotoğrafı bana doğru. Vermeden önce son bir kez çevirip arkasına bakıyor. Aramızda gizli bir ittifak oluyor. O beni anlıyor. Daha fazla konuşmamıza gerek kalmıyor.
Fotoğraf el değiştiriyor. İkimiz de yavaşça arkamıza yaslanıyoruz. Benim elimde hazinenin en değerli parçası, Serhat amcanın elinde ise artık kimin için sakladığını bilemediği geri kalan evrak-ı metruke, bir süre bakışıyoruz. İfadesiz. Daha fazla konuşmaya korkuyoruz adeta. Neden aldım ben bu fotoğrafı onun elinden?
Bu fotoğrafı ben Serhat dedenin torunlarından daha fazla hakettiğime inandım da ondan aldım. Bunu o da anladı da ondan bana verdi. Daha doğru dürüst tanışmadık bile. Adımı bilmeli. Ona minnettar olduğumu da. Demeli ki bu akşam başını yastığına koyduğunda, “Cem adında bir adam, çocukluğumu aldı benden; benden daha iyi saklayacak onu.”
Tam kendimi tanıtmak için ağzımı açarken, yanımda oturan arkadaşım aniden bana doğru dönüp kolumu sıkıca kavrıyor. “Cemcim ya, sence dijital, filmin yerini tamamen alacak mı?”
İçimden, “Ne diyorsun sen be?” diyorum arkadaşıma ve bir sigara yakıp çocukların hangisinin Serhat amca olduğunu bulmak üzere koridora atıyorum kendimi.
negatifadam
Kasım 2003 / Photoline
Bak anlatayım da şaşırıp kal…
Yaşlı bir fotoğrafçı, gelecekte bir gün, çok genç bir ahbabına geçmişi anlatıyor…
O zamanlar herşey çok farklıydı. Anlatacaklarıma inanamayacaksın. Bir defa o zamanlar “karanlıkoda” denilen bir oda vardı. Gerçekten de karanlık bir odaydı bu. Neden. Şimdi, onu anlatabilmek için önce başka şeyler anlatmam gerekir.
Şu ki: eskiden fotoğraf, “film” adı verilen bir malzemenin üzerine çekilirdi. Üzerine çekilirdi derken, her fotoğraf farklı bir parça filmin üzerine pozlanırdı. Değişik boylarda film oluyordu. Şimdiki çözünürlük gibi, o zamanlar daha yüksek çözünürlük demek daha büyük boyutlu film kullanmak demekti. Ne kadar büyük? Vallahi çok büyük boyutlar söz konusu olabiliyordu. Benim bildiğim en büyük 20 santime 25 santim film ve ona göre fotoğraf makineleri vardı böyle heyulla gibi. Masal gibi geliyor değil mi sana şimdi?
Bu film denilen malzeme, ki film ince bir zar, çok ince ve esnek bir tabaka demektir, böyle, nasıl anlatayım, incecik folyo gibi bir şey. Kocaman olanları yapraklar halinde kesilmiş olarak satılırdı. Daha küçük boyutlu olanlar ise, her defasında yenisini takmak zor olmasın diye rulo halinde sarılıp, hiç ışık geçirmeyen metal bir tüpün içine yerleştirilmiş olurdu. Sen de bunu alıp fotoğraf makinesinin içine… Dur ama, şunu düşünebiliyor musun? Makineni arkası kapak şeklinde tamamen açılıyordu, o tüpü yerleştirebilmen için. Yani makinenin içini olduğu gibi görüyordun, örtücüyü mörtücüyü, dişliler falan öylece açıkta duruyor.
Filmin özelliği, üzerinde bir kaplama var, aslında müthiş bir şey. Gerçekten saygı duyuyorum, yıllarca nasıl onu geliştirmişler, mükemmelleştirmişler… Kimyasal bir madde sürülmüş bu filmin üstüne. Özelliği de ışıktan etkilenmesi. Hem de aşırı derecede hassas. Hatta, film kutularının üstünde uyarılar olurdu, aman loş bir yerde takın makinenin içine, tüpün ışık geçirmemesine güvenmeyin diye yazardı, o kadar hassas yani.
Bazen yanlışlıkla makinenin arkası, hani kapak gibi dedim ya, açılıverirdi. Ne bileyim, elin takılır, makinenin askısı takılır, bir şey olur, hoop açılıverir! Haydiii bütün film ışık aldı. Bunun bir adı vardı, yani filmin istemeden ışık almasının. Tahmin et bakayım? Boşver edemezsin, ben söyleyim: “yandı” denilirdi, “yandı”. “Bütün filmim yandııı!” diye feryat ederdi insanlar. Belki daha da eski zamanlarda, ilk icat edilen filmler ışık alınca tutuşuyorlardı, kim bilir? Olur, olur…
Sonra, bütün filmi boydan boya pozlardık. Makinenin içinde küçücük bir motor olurdu. Her fotoğraf çekildiğinde filmi görüntünün boyutu kadar yürütürdü ki yeni bir fotoğraf çekilebilsin. Ha, bazen de o motor bozulur, ya da film içerde takılır, o zaman aynı yere üst üste ha babam çek dur. Bir de şimdiki gibi değil ki, bir hata olduğunu neden sonra farkediyordun. Kabus gibi. Sen çektim sanıyorsun, halbuki ortada hiçbir şey yok. Çok feci sorunlar yaşanıyordu bu yüzden. Düşün, tatilden dönmüşsün, makinedeki film bitmek bilmiyor. Ne oluyor ulan buna diye gece yorganın altına girip kapağı bir de açıyorsun ki, film daha birinci karede duruyor! Tabii, tabii yaşandı hep bunlar.
Geliyoruz karanlıkodaya, bekle. Diyelim ki filmi sonuna kadar kazasız belasız bitirdin. Tekrar o metal tüpün içine geri çekip makineden çıkartıyorsun ve, sıkı dur şimdi, bir “laboratuvara” götürüyorsun. Bak nasıl açıldı gözlerin! Yaa, tabii tahlil yaptırmadan olur mu? Maazallah, ya AIDS varsa filminde? O yüzden güvenilir bir laboratuvara… Dalga geçiyorum yahu, yani tahlil kısmı dalga da, laboratuvar kısmı gerçek.
Evet, bu laboratuvar denilen yerde, film o metal tüpün içinden çıkarılır ve bir kimyasal işlem yapılırdı. Karanlıkoda mevhumu da burada devreye giriyor işte. Film ışıktan etkileniyor dedik ya, o nedenle bütün bu kimyasal işlemlerin karanlıkta yapılması gerekirdi. Karanlık, tam karanlık. Zifiri. Göz gözü görmüyor. Sana bu iyice absürd geldi biliyorum ama aklına başka çare geliyor mu?
Kolay değildi tabii. Tamamen karanlıkta, el yordamıyla bazı hassas işler yapıyorsun. Ben o işi bir süre yaptıydım. Bir süre dediğim de yıllarca. Hatırlamak bile istemiyorum şimdi. Havasız, rutubetli, kimyasal madde kokan bir takım odalarda çalışırdık. Kendini hapsedersin ki kimse yanlışlıkla paldır küldür içeri dalmasın. Dışarıdan ışığın yakılmaması için önlemler alınır, falan filan.
Aaa, en kötüsü neydi biliyor musun, filmi tüpten çıkarırsın; bir makara vardı spiral denilen, ona sarılacak, daha sonra kimyasal işlem başlayacak. Ona ayrıca geleceğiz. Karanlıkta film elinden düşüverir. Hooop, yuvarlanır gider. Yerlerde ara dur. Yaa, bir de toz meselesi var! E sonuçta bu film hep açıkta. Makinenin arkası durmadan açılıyor kapanıyor. Kaçınılmaz olarak tozlar gelip filme yapışıyor. Sonra uğraş dur temizleyeceğim diye. Fotoğrafın en önemli yerinde kocaman bir leke, ya da çizik, hatta düşünebiliyor musun, parmak izi!
O yüzden bu filmlerin çok iyi korunması, çok özel şartlarda saklanması gerekiyordu. Bilmiyorum, hiç gördün mü.
Laboratuvar demiştik. Tahlil için değil demiştik. O halde filme yapılan işlemin adı ne? Şimdi iyiden iyiye şaşıracaksın: “banyo”. Bıcı bıcı yani. Filmlerimi banyo ettirdim! Gözlerini yakmayan şampuan kullandım! Ehhee!
Yahu kim takıyormuş bu isimleri? İşin tuhafı bu laflar bize o zamanlar gayet normal geliyordu. “Filmi geliştirdim, saptadım, banyo ettim!” Şimdi ne tuhaf… Belki şimdiki laflar da aslında acayiptir, ne bileyim.
Banyo işleminin aşamalarıydı bunlar. Geliştirmek, ağartmak. Ve sonra kurutmak! Neden? Çünkü banyo işlemi dedik ya, bütün bu kimyasal işlemler filmin bir takım sıvılara girip çıkması anlamına geliyordu. Yani fotoğrafçılık demek biraz da maşrapalar, küvetler, huniler, şişeler demek oluyordu. Karanlıkoda aynı zamanda ıslak bir odaydı. Önlükle falan çalışılıyordu. Yoksa üstün başın batıyordu. Bu kimyasalların bir kısmı, hatta çoğu tehlikeliydi de. Karanlıkodanın kendisi de içinde çalışanların psikolojisi açısından bir hayli tehlikeliydi zaten.
Filmin banyo işlemi bittikten, film yıkandıktan, kurutulduktan ve ütülendikten 🙂 sonra, sıra baskı işlemine geliyordu. Ohooo, o kadar teferruatlı bir işlemdi ki bu, anlatmaya bile üşeniyorum şimdi. Baskı da karanlıkodada yapılıyordu, çünkü hani filmin üstünde bir madde vardı ya, aynısı fotoğraf kağıtlarının üzerinde de vardı. Yani fotoğraf kağıtlarının da ışıktan saklanması gerekiyordu. Buyurun yine karanlıkodaya. Ha, bir de şunu söylemeyi unuttum, çeşit çeşit film vardı. Çeşit derken, boyut değil, tip yani. Mesela, siyah-beyaz mı istiyorsun? Filmi ayrı. Renkli mi istiyorsun? Filmi ayrı. Sonra, dia denilen bir tip film vardı, daha pahalı olurdu, o da daha çok projeksiyon için. Hepsinin kimyasal işlemleri de farklıydı. Tabiii.
Girerdik karanlıkodaya, bir tek siyah-beyaz baskı için çok zayıf, ölü gözü gibi bir kırmızı ışığa izin vardı. Kağıt etkilenmiyordu bu ışıktan. Ayrıntısına girmeyeceğim, banyo edilmiş film saydam olurdu. Üzerinde de görüntü. Ama, ters olarak. Ters dediğim, açıklar koyu, koyular açık. Kağıdın üzerine, özel bir projeksiyon cihazıyla filmdeki bu ters fotoğrafın görüntüsü düşürülür, sonra da hadiii, filmin geçtiği banyo aşamalarından kağıt geçirilir. Bu defa o geliştirilir, saptanır, yıkanır, kurutulur. Projeksiyon ne kadar uzaktan yapılırsa, fotoğraf da o kadar büyütülmüş olurdu. Baskıyı yapmak çok heyecanlıydı, çünkü işlem bitip de ışıkları yakınca, çektiğin fotoğrafı ve içindeki ayrıntıları ilk kez o anda görmüş olurdun.
Bütün bu işler çok da pahalıydı, çünkü hani şu kaplama var ya filmin ve kağıdın üzerinde bulunan, onun hammaddesi gümüştü. Bildiğin gümüş işte. Bir de jelatin. Bazı gümüş bileşikleri ve hayvan kemiklerinden, kıkırdaklarından çıkartılan jelatinin karıştırılması sonucunda, bu ışıktan etkilenen, üzerinde fotoğrafın oluştuğu madde elde ediliyordu. O yüzden filmlerin son kullanma tarihi olurdu, konserve gıdalar gibi. Ne oldu niye kalktın? Atmıyorum, çok ciddiyim, gümüş ve kemik, kıkırdak. Yahu gitme dur, sinirlenme, kafa bulmuyorum, vallahi hepsi doğru! Aaaa! Gitti bile…
negatifadam
(Bir zamanlar Photoline dergisinde yayınlanmıştır)