Posts Tagged ‘Fotoğraf Dergisi’
Mayın Tarlası #01
Yaklaşık 30 yıl önce Sayın Şerif Antepli’nin girişimi ile sahneye çıkan ve fotoğraf sektöründe rekor süreyle bugün hala hayatta olan Fotoğraf Dergisi’nin ilk sayısı Haziran-Temmuz 1995 tarihini taşıyordu.


Bu sayıda ben de Mayın Tarlası adını verdiğim ve daha sonra Geniş Açı dergisine taşıdığım sabit sayfamla yer almıştım. Mayın Tarlası, güncel vakalar üzerinden fotoğrafın doğasına dair tartışmalar açmaya çalıştığım ve eleştirilerimi mizah ile yumuşatmayı denediğim bir kum havuzu idi. 1999 Marmara depremi sonrasında bu çabamı anlamsız bularak sayfayı sonlandırdım.
İşte derginin iki sayfasına yayılan ve esasen masamın üzerinde A3 boyutundaki bir alanı gösteren, tek bir kare fotoğraftan oluşan ilk Mayın Tarlası (Daha büyük görmek ve yazıları okuyabilmek için lütfen görseli tıklayın):

Paylaş / Share
- Arkadaşınıza e-posta ile bağlantı göndermek için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Twitter üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
Written by Orhan Cem Çetin
01 Mayıs 2023 at 11:16
çektim i_shot, eksizaman minustime, hakkımda about_me, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı
Tagged with ANT Yayıncılık, Fotoğraf Dergisi, Geniş Açı Dergisi, Mayın Tarlası, Nevzat Çakır, Orhan Cem Çetin, Polaroid, Sami Güner, Şahin Kaygun, Şerif Antepli
Cihangir’de bir gece
Aşağıdaki yazı, taa 1996 yılında, o zamanlar sevgili Nadir Ede’nin editörü olduğu Fotoğraf Dergisi’ndeki Mayın Tarlası başlıklı köşemde yer almıştı. Hatırlayanlar olacak, Mayın Tarlası daha sonra Geniş Açı dergisinde de sürmüş, 1999 yılında ise sona ermişti. Yazıyı okuyacak olursanız, lütfen 15 yıl öncesinin anlatıldığını dikkate alınız, zira anlatılanların çoğu artık maziye karışıp gitmiş durumda.
Merhaba;
Ben İstanbul’da, Cihangir’de yaşıyorum.
İnsanlar ikiye ayrılır. Cihangir’den iğrenenler ve Cihangir’e önem verenler. Benim hangi kamptan olduğum adresimden belli. Cihangir’de yalnızlık insana başka yerlerden daha çok hüzün verir. Çünkü sokaklardaki yaşam gürültüsü burada hiç kesilmez. Birşeyleri kaçırıyormuş hissi verir evinde tek başına oturanlara. Ben de geçenlerde bir akşam Cihangir’de bir başıma kaldım, sıkıldım, geç vakit dolaşmaya çıktım.
Bizim sokağın ucunda bir otopark var. Orada eski bir ev vardı, yıkıldı, arazisi otopark oldu. Hatta yıkılan evin kim bilir kaç senelik havagazı tesisatının bir bölümü aylarca boş arazinin ortasında garip bir heykel gibi yükselmişti. Sonra onu da koparıp attılar. İşte o otoparkın önünden geçerken, tuhaf bir manzarayla karşılaştım. Otoparkın girişinde, tam da sokak lambasının sahne ışığı gibi aydınlattığı noktada alengirli bir koltuk duruyordu. İhtiyar zengin işi, oymalı moymalı, iri çiçekli, pek süslü birşey. Karşı köşede saygıdeğer bir döşemeci var. Belli ki o vermiş. Tamir ettirilip uzun süre alınmamış, saygıdeğer döşemeci de aradan bir sene geçince sinirlenip koltuğu otoparkçıya bağışlamış. Yalnız, “eve götürülmemek koşuluyla.” Karşı köşeden, akşama kadar emeğinin yavaş yavaş toprağa karışmasını izleyerek intikam alıyor. İşte o koltuğun üstünde, tam da ışığın merkezinde, bir sokak köpeği ile bir sokak kedisi yan yana yatmışlardı. Köpek yarı beline kadar sarkmış, kedi ısınmak için ona sokulmuş, öylece uyuyorlardı. İkisi aynı renkteydi. Sarı-kahverengi tüyleri birbirine karışmış, birinin nerede bittiği, diğerinin nerede başladığı belli değil. Dönüp otoparkçılara baktım nedense. Göz göze gelip gülümsemek istemiştim galiba. Ancak yalnızca sırtlarını gördüm ve bir anlık duraksamadan sonra yoluma devam ettim.
Az sonra adı bile ürkütücü olan, Cihangir’in en tekinsiz sokaklarından biri olarak bilinen “Arslan Yatağı Sokağı”ndan geçiyordum. Yıllar önce bir arkadaşımız gece misafirliğe gelmiş, daha sonra da oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Uzak bir semtte yaşıyordu. Ertesi sabah da erkenden bir işi varmış. Uyanıp “Ben gitmeliyim,” diyor, biraz durup tekrar uykuya dalıyordu. Bu birkaç kez tekrar ettikten sonra geceyi bizde geçirmeyi kabul etmişti. Ertesi gün anlattı. Uyku arasında kendisini Arslan Yatağı Sokağı’ndan geçerken hayal edip gitmekten vazgeçiyor, kan ter içinde tekrar uykuya dalıyormuş. Neyse. Bu sokak, bir özel hastanenin arkasına düşer. Hastane duvarının dibinde de bir çöp noktası vardır. Burada her zaman öbek öbek iğrenç çöpler yığılı durur. Neden o nokta, belli değil. Kim atar bu çöpleri, o da bilinmez. Belediye orayı temizleyip kocaman saksılı bitkiler yerleştirdi de yine önleyemedi çöp atılmasını. Bir de baktım ki, bu kez de çöpler tutuşmuş, alevler ağaçlara kadar yükseliyor. Kapkara bir duman. Berbat bir koku. Nasıl anlatmalı; poşet ve kirli çorap yanığı kokuyor. Nefesimi tutarak yaklaşırken, az ötedeki cam şişe kumbarası yerine yasadışı çöp öbeğine atılmış bir rakı şişesi müthiş bir gürültüyle patladı ve parçaları çevreye yayıldı. Ben bu kez burnumla birlikte ikinci bir patlamaya karşı gözlerimi de kapatarak hızla yangın yerinden uzaklaştım.
Tüm sürücülerin gecikmiş, sabırsız veya sarhoş olduğu ya da hasta taşıdığı için çok hızlı otomobil kullandığı Sıraselviler Caddesi’nden geçip sonunda insanların bulunduğu bir yere vardım. Kalabalık, karanlık, gürültülü bir yere. Kimi zaman, canlı müzik dinlemek istediğimde buraya gelirim. Burada herkes birbirine iyi davranır. Hiçkimse gergin değildir çünkü. Minibüslerde daha çok sorun çıkıyor, inanın. Tanıdık yüzler vardır burada ama, gerçekte hiçbiriyle tanışmam. Hiçbiri de beni tanımaz. Kalabalığın arasına karışır, kendimi unutur, yalnızca dinlerim. Kalabalığı ite kaka en arkaya ilerleyip her zamanki yerimi aldım ve sanırım bu satırları da o sırada düşünmeye başladım. Dalıp gitmişim. Aniden sağ tarafımda bir hareketlenme oldu. İnsanlar telaşla açıldılar. Birisi midesini yere boşaltmış. Görevliler hemen koşup geldiler ve kötü manzarayı gazete sayfalarıyla örttüler. Orada ilk kez bir gazete gördüğümü fark ettim. Az önce dans ederek servis yapan ve ayrıcalıklı olduklarını hissettirmeye çalışan genç görevliler şimdi yaptıkları işten nefret ediyor gibi görünüyorlardı. Gözüm yerdeki gazeteye takıldı. Üstünde kocaman harflerle “PKK 6 kişiyi öldürdü” yazıyordu. “Bu nasıl bir gece,” diye düşündüğüm anda sırtımdan hızla itildim. Dönüp baktığımda tanımadığım bir adamla göz göze geldik. Özür diler bir ifadeyle avuç içini bana doğru kaldırdı. Her zaman olan şey. Dans hâkimiyetini kaybetmiş bir sarhoş. Kızamadım. İyi niyetli ve sevimli görünüyordu. Kulağıma bağırarak “Seni iki tane görüyorum şu anda,” dedi bana. Ben de ona, “O halde, aradaki 7 farkı bul bakalım,” diyerek gülümseyip tekrar sahneye doğru döndüm. Böyle bir yerdir burası.
Tekrar düşüncelerime dönmüştüm. Müzik sesi yükselmişti Ben şu anda okuduğunuz cümleleri kafamda evirip çeviriyor ve bir yandan da çevremdeki resimlere bakıyordum. Oradaki herkes gibi. Orada herkes bir diğeri için seyirliktir. Derken, elimdeki kocaman bira bardağının ortamdaki ter buharının da yardımıyla parmaklarımın arasından yere doğru çekildiğini hissettim. Ancak artık çok geçti ve bardak bir anda yere çakıldı. En başta kendim olmak üzere, insanlar bu kez de benim yüzümden hızla birer adım kaçıştılar. Ama nafile. Burada paçalarınızın temiz kalması olanaksızdır. Çok utandığımı hissettim. Herkes benim sarhoş olduğumu düşünüyor olmalıydı. Şöyle bir çevreme baktım. Birisini seçip, ellerimin de yardımıyla ona –duyamayacağını bile bile- “Burada bir tür şeytan üçgeni var galiba,” dedim. Gülümsedi bana, içim rahatladı.
Sonra oradan çıktım. Eve dönmek için. Arslan Yatağı Sokağı’ndaki yangın hala sönmemişti. Ortalıkta benden başka kimse yoktu. Gerçi her zaman karanlık balkonlarda oturan birileri vardır. Onları yalnızca öksürdükleri ya da sigaralarından derin bir nefes çektikleri zaman fark edersiniz.
Böyle gecelerde kendi kendime bir oyun oynarım. Bir tür Rus ruleti. Evimin bulunduğu sokakta ve evime dönerken yaparım bunu yalnızca. Gözlerimi kapatır ve yürürüm. En çok kaç adım atabildiğimi sayarım. Şu ana kadar rekorum 42. Bu oyun genellikle bir otomobile toslamamla son bulur. Deneyin. Seveceksiniz. Çok heyecanlı bir oyun. Gözünüzü açmak için dayanılmaz bir istek duyuyorsunuz. Anlatması çok zor. Birisi o anda sizi izliyorsa, “Acaba ne düşünüyordur,” diye merak ediyorsunuz. Sonra, çok da korkuyorsunuz. Bir arabanın altında kalmanız, bir çöp bidonunun içine devrilmeniz ya da uyuyan bir sokak köpeğinin karın boşluğuna basmanız işten bile değil. Attığınız her adım kendiniz için yarattığınız bilinmezliği katlayarak artırırken bir yandan da size gurur veriyor. Duramıyorsunuz da. Ne anlamı var ki durmanın?
O gece ancak 17 adım atabildim. Gözümü açtığımda, bizim apartmanın önünde bir karaltı olduğunu fark ettim. Yere çömelmiş, bir şeyler yapıyordu. Yaklaşınca tanıdım. Bizden birkaç apartman ötede ve bildiğim kadarıyla yalnız yaşayan bir müzisyen. Benden daha yaşlı bir adam. Bir saksafoncu. Tanışmıyoruz. Adını bile bilmiyorum. Öteden beri göz göze geliyoruz ama, bir komşumuzla arkadaşlık ettiği için yeni yeni selamlaşmaya başladık. Onun evi bizden birkaç kat daha yüksekte. Sabaha kadar da ışığı yanar. Bizim balkondan yukarı doğru bakınca geniş salonunun beyaz, geniş, avizesiz ve aydınlık tavanı görünür. Herhalde bu yüzden, onun evinde saksafonu dışında hiç eşya bulunmadığına inanırım.
Şimdi düşünüyorum da, aslında onun bir müzisyen olduğunu da kesin olarak söyleyemem. Tek bilgim, zaman zaman evinden sokağa yayılan ve herkesin duygularını altüst eden alto saksafon sesi. Onu hiç elinde kutusuyla işe –ya da herhangi bir başka yere- giderken de görmedim. Ama o yine de çizgili bol pantolonları, Woody Allen yürüyüşlü hafif ayakkabıları ve ters uyku düzeniyle gerçek bir cazcı.
İşte oydu karaltı. Arkadaşı olan komşumuz tatile gittiğinden onun görevini devralmış, kırık bir melamin tabaktan sokak kedilerini besliyordu. Büyük bir ciddiyetle kimin az, kimin çok yediğini izliyor, oburları elinin tersiyle alınlarından iterek adalet de dağıtıyordu aynı anda. Yanına çömeldim. Karşılaştığımız için mutlu olmuştum belli belirsiz. Aramızda çok kısa ve yazmaya değmeyecek kadar da yüzeysel bir konuşma geçti. Nicedir beklenen tanışmamız için fazlasıyla sönük bir konuşma. Sonra onu evime davet ettim, bir fincan kahveyi bahane ederek. Hiç gülümsemiyordu. Çok uzun bir cümleyle davetimi geri çevirdi. Bu ciddi bir yenilgiydi benim için. Elimi anahtarlığıma atarak hemen ayrıldım yanından.
Evim sabırla beklemişti beni. Herşey bıraktığım gibiydi. Şükürler olsun. Hemen masama geçip, yaklaşan uykumun gece boyunca biriktirdiğim düşüncelerimi silip süpürmesine fırsat vermeden yazmaya başladım.
Birkaç gün sonra, yazımın son halini yakın bir arkadaşıma okuttum. Hiç sesini çıkartmadan sonuna kadar okudu ve sonra,
– Güzel, dedi. Çok güzel. Ama, bütün bunların fotoğrafçılıkla ne ilgisi var?
– Hiç ilgisi yok, dedim. Olması da gerekmiyor. Hayatta sadece fotoğrafçılık mı var?
– Tamam da, dedi, hatırlatmak bana düşmez ama, bu yazıyı bir fotoğrafçılık dergisi için yazmadın mı sen?
– İyi ya, dedim. Bir fotoğrafçılık dergisi, hayatta sadece fotoğrafçılığın olmadığını söylemenin en doğru yeri değil mi?
Paylaş / Share
- Arkadaşınıza e-posta ile bağlantı göndermek için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Twitter üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
Written by Orhan Cem Çetin
29 Ağustos 2011 at 11:48
çektim i_shot, eksizaman minustime, negatifadam, Yazdım I_wrote kategorisinde yayınlandı
Tagged with Cihangir, Fotoğraf Dergisi, Geniş Açı, hatıra, Mayın Tarlası, Nadir Ede