postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Posts Tagged ‘Gündüz Vassaf

İyi Bir Teoriden Daha Pratik Hiçbir Şey Yoktur*

leave a comment »

Muhtemelen bildiğiniz gibi, Orta Format, çağdaş fotoğrafa dair röportajların, yazıların ve projelerin paylaşıldığı bir e-dergi. Yeni yılın ilk günlerinde 30’uncu güncellemeyi şöyle duyurdular:

Güncelleme #30: Fotoğraf İçinden, Fotoğraf Dışından yayında! Bir kilometre taşı gibi görülebilecek 30. Güncelleme’de farklı iki noktayı bir araya getirdik. Üretim pratiğinde fotoğraf kullanan sanatçılardan fotoğraf dışında beslendikleri bir alan hakkında, fotoğraf dışı konularla çalışan insanlardan ise fotoğraf hakkında içerik oluşturmasını rica ettik. Bunu yaparken temel motivasyonumuz fotoğrafı salt iki boyutlu bir sonuç olarak görmemek, onu oluşturan insanların nelerden beslendiğine odaklanmaktı. Fotoğrafa dışarıdan neler eklendiğini, yahut fotoğrafın içinde başka neler kaynadığını merak ettik. ⠀

Bu güncellemede yer alan ve yirmili yaşlarımda profesyonel fotoğrafçılığa bambaşka bir alandan geçişimi anlattığım yazımı, özellikle Boğaziçi Üniversitesi’nde uzatmalı öğrenci olduğum yıllardan söz ettiğim için rektör krizinin giderek tırmandığı şu günlerde kendi mecramdan da paylaşmak istedim. #AşağıBakmayacağız

Okuluma, hocalarıma ve dönem arkadaşlarıma minnettarım. İyi okumalar.


İçine doğduğum ailede zekâ konusu sürekli gündemdeydi. Özellikle babam ve onun babasının ortalamanın çok üzerinde olduğu söylenen zekâları hakkında öyküler anlatılırdı hep. Benzer şekilde annemle babamın henüz lisedeyken okulun en iyi iki öğrencisi oldukları, rekabetten aşk doğduğu da anlatılırdı. Benden ve ağabeyimden de her zaman yüksek zekâ, düzgün mantık yürütme ve muhakeme becerisi beklendi.

Gelgelelim, ben ilkokulda birinci sınıfı atlayıp 2. seneden başlayarak iyi bir çıkış yapmakla beraber devamında hep vasat bir öğrenci oldum. 1977 yılında, üniversite sınavında kendim dahil herkesi şaşırtarak en yüksek puanı alan 100 aday arasına girdim ama devamında vasatın da altına düşerek bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede -babamın benim yerime yazdığı tercihlerde ilk sırada olan- Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nden atılacak duruma geldim. Can havliyle tüm bölümlere yatay geçiş için başvurduğumda kendimi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Bilimler Bölümü’nde, silbaştan birinci sınıf derslerini alırken buldum.

Psikoloji 101 dersi özellikle ilgimi çekmişti, büyük ölçüde gelen hoca nedeniyle: Henüz çok genç yaşlarındaki Gündüz Vassaf. Kesinlikle doğru adreste olduğuma karar verdim ve Psikoloji Programı’nda devam ettim. O dönem ciddi denebilecek psikolojik sorunlarım da vardı, itiraf etmeliyim. Tüm dersler fazlasıyla ilgimi çekti. Notlarım roket hızıyla yükseldi ve bölümün en gözde öğrencilerinden biri hâline geldim. BÜFOK’ta (BÜ Fotoğrafçılık Kulübü) fotoğrafçılıkla uğraşmaya ve karanlık oda dersleri vermeye devam ediyordum. Oldukça asosyaldim. Bir yandan da klasik gitar dersleri alıyordum ve çeviriyle ilgileniyordum. 

Özellikle üçüncü sınıf dersleri, kişilik, öğrenme, gelişim psikolojisi ilgimi çok çekiyordu. Öğrenme dediğimiz sürecin bir koşullanmalar zincirinden ibaret olduğunu, kişiliğin de bundan bağımsız olmadığını, bir kişilik geliştirirken aslında yine karmaşık koşullanma zincirleri yoluyla kim olduğumuzu öğrendiğimizi kavradım. Bu dönemde Çiğdem Kağıtçıbaşı, Reşit Canbeyli, Güler Okman Fişek gibi müthiş hocalarım oldu. Hepsinden çok etkilendim. 2010 yılında sergilenen Komşuluk başlıklı serimin esin kaynağı, Reşit Canbeyli’den aldığımız Deneysel Psikoloji dersinde labirent deneylerinde kullandığımız farelerdir. 

Gündüz Vassaf Hoca’dan başka dersler de alıyorduk. Psikoloji alanındaki suistimaller üzerinde çok duruyordu. Zekâ testlerinin ayrımcılık için bahane olarak kullanıldığını, bilgi ölçen soruların zekâ ölçüyormuş gibi kabul edildiğini, akıl hastalığı denen zihin durumunun aslında toplumsal normlarla ilgili olabileceğini, psikiyatrik tedavi süreçlerinde temel hak ihlali sayılabilecek hatalar yapıldığını görmemizi sağladı. Ben giderek akıl hastalığı diye bir şey olmadığına, bazı bireylerin paylaşılan gerçeklikle başa çıkabilmek için kendi gerçekliğini üreterek onun içinde yaşamayı seçtiğine karar verdim. Talep etmeyen birisine tedavi uygulanamazdı. Peki, paylaşılan gerçeklikle daha kolay başa çıkmanın, toplumun travmalara karşı daha dayanıklı bireylerden oluşmasının yolu neydi? Yanıt çok basit: Çocuklarla çalışmak, onlarda “mental hijyen” geliştirmek, toplumsal bilinçlerini ve zekâlarını artıracak bir ortam sağlamak. 

Gelişim psikolojisi bu yüzden daha da çok ilgimi çekti. Zekâ gelişiminin evreleri, öğrenme ve akıl yürütme kapasitesinin artırılması, dil becerisi gibi konulara daha da fazla eğildim. Okulda “çalışan öğrenci” programı vardı. Başvurdum ve Eğitim Bölümü’nde çalışmaya başladım. Eğitim sertifikası derslerinin de tamamına yakınını aldım. Burada iki isim daha anmam gerekiyor: Güzver Yıldıran ve Gülçin Alpöge. Her ikisinden de eğitim modelleri ve zekâ gelişimi hakkında çok şey öğrendim. Güzver Yıldıran, ABD’deyken efsanevi eğitim psikoloğu Benjamin Bloom’un öğrencisi olmuştu. Güzver Hanım’ın, Bloom’un geliştirdiği, çok farklı bir eğitim modeli olan ve bir sınıftaki tüm öğrencilerin aynı öğrenme hedefine ulaşmasının sağlandığı “Tam Öğrenme” (Mastery Learning) üzerine yazdığı doktora tezini Türkçeye çevirdim. Gülçin Hanım’la da okulun yuvasında çalışmalar yapmaya başladık. Müzik öğretmeni kadrosunda, üniversite personelinin çocuklarının devam ettiği yuvada çalışmaya başladım. Çok mutluydum. Teori ve pratik buluşmuştu. Hayatta yapmak istediğim işin bu olduğuna karar verdim ve bu yönde bazı adımlar da attım.

Gelgelelim, o yıllarda geçerli olan ancak kimsenin bana bahsetmediği bir yasa, erkeklerin yuva öğretmeni olmasına olanak vermiyormuş meğer. Çok büyük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Böylece bu hayalim suya düştü ama yuvada müzik öğretmeni kisvesi altında çalışmaya devam ettim bir süre daha. Yine o yıllarda bir dönem bakkallarda satılan ucuz aşk romanları (Beyaz Dizi – Gelişim Yayınları) çevirdim ve bir süre de ünlü San Reklam grafik ajansında Mengü Ertel’in kişisel asistanlığını ve o sıralar adı konmamış olmakla birlikte ajansın “trafiker”liğini yaptım. İlk işim, 10. İstanbul Festivali kataloğunun koordinasyonuydu. Her şeyin elle ve bugüne kıyasla çok ama çok yavaş yapıldığı, öğrendiklerimin fazlalığının başımı döndürdüğü bir süreçti.

Fantomas serisinden; 2007

Derken mezun oldum. Biraz daha buralarda durayım, belki şartlar değişir diyerek Sosyal Psikoloji Yüksek Lisans Programı’na başvurdum. Ayhan LeCompte ve Hamit Fişek’ten aldığım dersler sırasında SPSS bilgisayar programlama dilini öğrendim; araştırma yöntemleri, istatistiksel analiz ilgimi çekmeye başladı. O sıralarda Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırlanmaya başlayan, uluslararası geçerliliği olacak bir İngilizce sınavı için kadro açılmış. Ayhan Hoca bir gün beni çağırdı ve “Bak seni arıyorlar,” dedi. Hemen başvurmamı sağladı ve ben bu defa İngilizce sınavının pilot çalışmalarında soru analizi yapmaya başladım. Dil öğrenme ve dil ölçümü konusu da repertuarıma girmiş oldu. Hatta İngiltere’de Redding Üniversitesi’nde bu alanda burslu olarak bir uzmanlık eğitimine katılmam ve dönüşte BÜ YADYOK (Yabancı Diller Yüksek Okulu) kadrosunda devam etmem söz konusuydu. 

Ne var ki, ayrıntısına girmeyeceğim bazı olumsuz gelişmeler sonucunda yüksek lisansım tez aşamasında tökezledi. Acilen hayatımı kazanmam gerekti ve her şeyi yüzüstü bırakarak kendimi hazır zannettiğim fotoğrafçılık alanına çark ettim. Yıl 1985.

Bundan sonrası, belki merak ederseniz başka bir yazının konusu olur. Ancak o yıllarda kazandığım birikim hâlâ benimle birlikte. Evet o tarihlerden bu yana profesyonel fotoğrafçılık yaptım ama çocuk yayıncılığı (editörlük, redaktörlük ve çevirmenlik) alanında da çalışmayı sürdürdüm. Dilin düşüncenin yapıtaşı olduğuna inanıyorum. Birden fazla dilde ustalaşmak, deyim yerindeyse “dilbaz” olmak, düşünceyi de kıvraklaştırıyor. Çoğu alanda analitik ya da aksine sarsak, esnek düşünebilmek öncelikle dille oluyor. Mizah da bunun yollarından biri. Yakınlarım şakacı olduğumu bilir. Bu aslında bir zihin oyunu. Bir çeşit yaratıcılık temrini. Yaratıcılık öğrenilebilen bir süreç. Aslında herkes yaratıcı olma potansiyeline sahip ama kendisini engelliyor. Çizilmiş yollardan yürümeye koşullanmış olmamız gibi bir şey bu. Rüya görebilen biri, aynı yaratıcılığı uykudan uyanınca neden sergileyemiyor? Belli ki onu engelleyen süreçler var. Bunları kırabilmenin yollarını arıyorum. Çocuk aklını çok seviyorum. Tertemiz, bilgece yorumlarla geliyorlar zamanla kanıksadığımız durumlara. 

Sanat işlerimde de bu oyuncu hâlimi sürdürmeyi seviyorum. Serilerimin içine akıl oyunları saklamaya çalışıyorum. Farklı düzlemler arasında çapraz ilişkiler kurmak hoşuma gidiyor. Bir alanda fark ettiğim bir örüntüyü başka bir alana transfer etmek de sevdiğim bir oyun. Hayatın kendisi büyük bir oyun. Dünyayı algı aygıtlarımızın bize sağladığı verilerin ve dilin tanım sınırları içinde, zihnimizde inşa ediyoruz. Başka bir deyişle, gerçeklik bizim kendimiz için var ettiğimiz bir evren. O hâlde onu eğip bükmek, dönüştürmek, farklılaştırmak da bizim elimizde. Oyundan kastettiğim bu. Oyunu tek başımıza oynar, kurallarını kimseyle paylaşmazsak buna delilik deniliyor. Kuralları tarif eder, başkalarını da oyuna dahil olmaya ikna edersek, bu defa adı sanat, ürettiğimiz yapıtlar da oyunun dekoru, sahnesi, müziği, replikleri ve kuklaları oluyor. 

*Yazının başlığı, Ayhan LeCompte hocamdan alıntıdır. Zamanının büyük bölümünü masa başında, istatistiksel analiz yaparak geçiren bir sosyal psikolog olmasını yadırgayanlara bu cevabı verirdi.


Aralık 2020

Danışıklı Deli

with one comment

Güncel SANAT Ocak 2015 
İyi okumalar.

Terapi eğitimi aldığım halde, hocam, ustam, mentorum Gündüz Vassaf’ın telkinleri nedeniyle rahatlıkla girebileceğim bu alana kuşkuyla baktım, uzak durdum. Terapi hiç yapmadım ya da almadım diyemem ama özellikle de halinden memnun, terapi talep etmeyen, yakınlarının zoruyla danışan koltuğuna ve gözyaşı peçetelerine teslim olan bireylerin kafalarını tamir etme girişimleri bana yanlış geliyor. Hele o sevecen, tatlılıkla acıyan terapist kibiri yok mu… (Kendi terapistimi tenzih ederek söylüyorum)

Ortak aklın dışına çıkmak bir hak olamaz mı? Bunu becerebilenler Sokrates’in infazını hatırlatacak biçimde ağır kimyasallar yutturularak ya da beyinleri “reset” edilerek, bellekleri elektrikle silinerek cezalandırılmıyorlar mı? Kendisini Napolyon zanneden bir adamın oyununu ne hakla bozuyoruz? Onu kudretli bir imparatorken neden tekrar sümsük, beceriksiz, “kendisini gerçekleştirememiş”, sıradanın dahi altında bir zavallıya dönüştürmeye çabalıyoruz el birliği ile?

Bu hakkı kendime de tanıyabilmek adına terapi girişimlerine olumsuz bakıyor olabilirim. Hatta sanatçı olmamın altında da bu hakkı kullanma fırsatı bulmam, sanatın deliliği meşrulaştırıyor olması yatıyor galiba. Zenginlik de öyledir. Hele ikisi bir araya gelirse, akıl dokunulmazlığınız zirve yapıyor.

Şimdilik sadece sanatçıyım. Zengin bir sanatçı olmak için ise işte bu yüzden can atıyorum. Ha, en azından kendimi günün birinde zengin bir sanatçı zannedebilirim; o da olur.

Sanatın akıl ile akıl dışı arasında gidip gelen bir süreç olduğunu herhalde kabul edersiniz. Bu sadece sanatçıyı değil, izleyiciyi de kapsıyor. Bir roman yazarı nasıl hayallerini satırlara döküyorsa, okuyucu da bu satırları zihninde canlandırır, ayağa kaldırır, kendi rejisiyle oynatırken hayaller görmüyor mu? Metroda kitap okuyan yolcuların inecekleri durağı kaçırmalarına yol açan halüsinasyonlar oluşmuyor mu zihinlerinde?

Tiyatro sahnesinde olup bitenler kontrollu ve zamanlanmış bir şizofreni atağı değil de nedir? Koltuklarında oturan ve karşılarında -kimi zaman defalarca- kişilik değiştiren oyuncuları izlerken gülen, ağlayan, öfkelenen izleyiciler de birer pasif şizofrene dönüşüyorlar bence iki perde arasında. Bunu en iyi kavrayabileceğiniz nokta, oyuncuların topluca kulisten selama çıkışlarıdır. Yüzlerinde, eski ve daha az enteresan kimliklerine geri dönüşlerinin bezginliği okunur. Seyirci onları alkışlarken, onlar da seyirciyi alkışlarlar. Oyun birlikte oynanmış, delilik paylaşılmıştır zira.

Tıptan kaçamayan delilerin hukuk karşısında elde ettikleri cezai ehliyetten yoksun olma halini, yani cezalandırılamazlığı da yabana atmamak gerek. Sanat bir ölçüde bunu da sağlıyor içine girenlere. Başka koşullarda yadırganabilecek, ayıplanabilecek, kabahat sayılabilecek davranışlar affediliyor, hatta takdir görüyor. Tüm hayatını, varoluşunu bir yapıta dönüştürebilmiş sanatçılar ise aramızda en şanslı olanları.

İşte bütün bunlardan, sanatın aklın dışına açılan tuzaklarla dolu labirentin sonundaki açık kapı olmasından dolayı rahatça söyleyebilirim ki, ben de diğer sanatçılar gibi bir danışıklı deliyim.

Orhan Cem Çetin

Aralık 2014

 

Written by Orhan Cem Çetin

05 Ocak 2015 at 01:34

Fotoğraf: Bir kırık ayna.

with 4 comments

Çok uzun süredir yayınlanmayı bekleyen bir kitap için yazmış (kısmen daha eski notlarımdan derlemiş) olduğum aşağıdaki yazıyı artık daha fazla dayanamayıp burada sizlere sunuyorum.

İyi okumalar.

Dikkat! Her zamankinden uzun yazı.   
Sorry no English translation at this time.

Fotoğraf:  Bir kırık ayna.

I.

Şuur avcı, bellek toplayıcıdır.

Toplama işi yalnızca bir olasılıktan kaynaklanır: Gelecek olasılığı.

Gelecek, tanım gereği “gelmemiş olan”dır. Bu bizi bir açmaza sokar. Şöyle ki; zaman aslında belleğin fonksiyonudur ve uydurulmuş bir kavramdır. Zaman zorlama bir kavramdır. Belleğin, dolayısıyla zamanın olmadığı yerde sadece “hal” yani “şimdi” vardır.

Zorlama bir kavramın üstüne inşa edilen diğer tüm kavramlar da, örneğin geçmiş ya da gelecek kavramları, birer ucube kavram olarak doğarlar ve başka kavramlarla ilişkilerinde uyum ve kurgu sorunları kaçınılmaz olur. Yalnızca “şimdi”nin olduğu yerde geçmiş olmadığı gibi, haliyle gelecek de yoktur. Zamanı varsaydığınız gibi geleceği de varsaydığınız takdirde, işte kendinizi açmaza soktunuz demektir. Zira -tanım gereği- gelecek hiçbir zaman gelmeyecektir. O hep uzağınızda, o hep önünüzde, o hep sizden uzakta olacaktır.

Geleceğin kimi zaman geldiğinin sanılması bile aslında bir yanılsamadır. En iyi ihtimalle, nedenle sonucun bilerek yerlerinin değiştirilmesi, beklentilerle şimdinin çakışmasıdır bu yalnızca.

Bu durum, toplayıcının da işini zora sokar. Nasıl olsa gelmeyecek olan, olasılığı varsayılan bir gelecek için neyi nasıl toplamalı, nelerden vazgeçilmeli, neleri önlere, neleri arkalara koymalı, toplananları nasıl sınıflandırmalı?

Avcının yardımı olabilir mi? Avlanmaktan fırsat bulup, toplananlarla ilgilenebilecek mi? Zor. İş yine belleğe düşüyor. İşi daha çok “geçmiş”le ilgilenmekmiş gibi görünen bellek, esasen toplama eyleminin doğası gereği, gelecekle, avcı ile birlikte oluşturdukları gelecek olasılığı ile ilgilenmek zorunda kalıyor. Geçmiş, evet bir varsayım ama en azından gelecek kadar değişken, onun kadar dinamik ve kararsız değil. Belli bir anda, birden fazla kurguya nadiren sahip oluyor. Gelecek ise çok daha belirsiz, kararsız, düzlenmiş bir kum havuzu kadar davetkâr.

Toplanıp saklananlar işte bu kararsızlığı, bu belirsizliği, bu yaşayabilme şehvetini gözler önüne seriyor. Her olasılığa hazır olma, hiçbir rotadan peşinen vazgeçmeme, asla gelmeyecek olan geleceğin sunabileceği tüm senaryoları önceden çalışma çabasını ortaya koyuyor.

Bu beyhude çaba hem toplayıcıyı, hem toplananı hem de depoyu perişan eder. Avcı ve toplayıcıyı nefessiz, hatta şimdisiz ve kimi zaman da geleceksiz kalır. Yaşam çok eksenli bir illüzyona dönüşür.

Topladığımız eşyalar, özenle biriktirdiğimiz, ara sıra dönüp elekten geçirdiğimiz, kesip biçtiğimiz, tekrar tekrar düzenlediğimiz hatıra fotoğrafları, her birine bir öykü iliştirdiğimiz yara izlerimiz ve diğer binbir türlü hatırlatıcılar acaba kendimize bir geçmiş ve dolayısıyla bir gelecek oluşturma çabasına, büyük bir kararsızlığa işaret ediyor olabilir mi?

II.

Acaba hangisi daha büyük bir ihtiyaç? Fotoğraf çekmek mi, bir fotoğrafa bakmak mı? Muhtemelen ikincisi. Dolayısıyla da birincisi.

İnsanlık fotoğrafı tanıyalı yaklaşık 170 yıl oluyor. Fotoğrafın üretim ve paylaşım yolları büyük bir ivme ile sürekli değişirken, insanların neden bu kadar büyük bir tutku ile fotoğraf çektikleri, arşivledikleri, paylaştıkları ve tekrar tekrar düzenledikleri düşünürler tarafından tartışılıyor.

Geçmişte aile albümleri, şimdilerde ise sosyal medyada paylaşılan, hatta teşhir edilen “mutluluk resimleri” bir ipucu olabilir. Bu görüntüler hayata tutunmayı sağlayan, kapalı devre “her şey yolunda” sinyalleri. Bu fotoğraflara bakarken şaşırtıcı şekilde kendimizi kandırabiliyoruz. Evet, bu sahneler gerçek hayattan ama hayatı bu fotoğraf kareleri için çabucak düzenleyen de biz değil miyiz? Sahte gülücüklerin, abartılı sevinçlerin, kameraların kapatıldığı kriz anlarının en yakın tanığı da yine biz, kendimiz değil miyiz? Tıpkı ünlü “korku filmi” paradoksunda olduğu gibi, sahteliği bal gibi bildiğimiz halde nasıl oluyor da kanıyoruz fotoğraflardaki sterilize edilmiş, makyajlı geçmişimize?

Bir de profesyonel fotoğrafçılık var. Belgesel fotoğrafın toplumsal bellek oluşturmaya hizmet ettiği söylenir. Kişisel albümlerde olup bitenler, o zararsız gibi görünen naif sahtekârlık, güya beyaz yalanlar ya bu cephede de oluyorsa? Toplumların kimi zaman bir birey gibi davrandığını, uzun zamana yayılan, insan ömrünü aşan bir süreç boyunca tıpkı tek bir insanın gelişim evrelerinden geçtiğini düşünüyorum. Haksız mıyım? Kimi zaman bütün bir toplumun “yek vücut” olarak çocuklaştığını, öfkelendiğini, kıskandığını, delirdiğini görmüyor muyuz?

O halde toplumu ilgilendiren ve toplumun bir anlamda aile albümünü oluşturan belgesel fotoğraf külliyatı da bireysel albümlerde olduğu gibi toplumsal egonun ihtiyaçlarına göre şekilleniyor ve algılanıyor olmasın?

Tek bir farkla: toplumsal bellekte, ölümler, kazalar, savaşlar, doğal afetler ve batan bankalar gibi kötü hatıralar da yer buluyor. Birinin acılarının başka birinin mutluluğu olması ilkesinden dolayı, muhtemelen.

Sanat fotoğrafları, hatta sanatın bütünü de bir toplumun düşleri, fantazileri, temennileri olsa gerek.

Geçtiğimiz yıl, bana bütün bunları düşündüren iki haber yankılandı basında. Tüm dünyayı ayağa kaldıran ilk haber, El Kaide lideri, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük teröristlerinden biri olan Usame bin Ladin’in Pakistan’da ABD operasyonu ile yakalanıp hemen oracıkta öldürülmesiydi. Operasyon sırasında Beyaz Saray’a canlı yayın yapıldığı da haberlerde yer alıyordu. Yani operasyon görüntülenmiş, ailenin video arşivine girmişti. Ancak insanlık ailesinin diğer fertleri de bu görüntüleri izlemek, emin olmak, rahat bir nefes almak istiyordu. Tüm dünyadan sesler yükseldi: “Ölünün fotoğrafını görmek istiyoruz!”

Obama bizzat yanıt verdi: “Başından vurulmuş bir insanın pek de hoş olmayan fotoğraflarını görüp ne yapacaksınız? Daha fazla şiddeti körükleyebilecek bu görüntüleri asla ortaya çıkartmayacağız. Biz gördük, yeter.”

Karikatürize ettiğim bu diyalog, bizi tüm sahtelikleriyle çepeçevre saran, gerçeklikleri şüpheli sayısal görüntülere rağmen, fotoğrafa hala inanç beslediğimizi, ondan büyük kitleleri harekete geçirebileceği için alabildiğine korktuğumuzu gösteriyor.

Ama özet şu: bugüne dek insanlığın sözbirliği ederek en çok görmek istediği fotoğraf, bir ölünün fotoğrafı oldu.

Yaklaşık bir hafta sonra başka bir haber dikkatimi çekti. Külliyatı otoportre fotoğraflardan oluşan ünlü Amerikalı feminist sanatçı Cindy Sherman’ın bir fotoğrafı, (İsimsiz #96, 1982) 3.89 milyon dolar fiyatla satılarak dünyanın en pahalı fotoğrafı ünvanını kazanmıştı. Fotoğrafta Sherman bir mutfağın zemininde, deyim yerinde ise “yerle bir” olmuş, ifadesiz, donuk, hissiz bir yüzle yatarken, elinde bir gazetenin küçük ilanlar sayfasından koparılmış kağıt parçasıyla görünüyor.

Satışı araştırırken gördüm ki, Sherman’ın bir önceki rekoru geçtiğimiz yıl gerçekleşen 2.7 milyon dolarlık satıştı ve “İsimsiz #153” adını taşıyan fotoğraf onu öldürülüp araziye atılmış, çamura bulanmış bir ceset olarak gösteriyordu!

Bir yıl arayla, önce ölü sonra da ölümün eşiğinde bir Cindy Sherman’a rekor değer biçilmişti.

Sonra, ünlü Alman fotoğrafçı Wolfgang Tillmans’ın iki erkeği öpüşürken gösteren ve tepkilere yol açan fotoğrafı aklıma geldi. Tillmans 2010 yılında verdiği bir röportajda söz konusu fotoğrafla ilgili şunu söylemişti: “İki insanın, iki erkeğin öpüşmesini gösteren görüntülerin TV kanallarında çok uzun yıllar boyunca tabu kabul edilmesini hayretle karşılıyorum. Zira aynı kanallar iki erkeğin birbirini öldürdüğü görüntüleri tümüyle kabul edilebilir buluyor.”

Hatıra fotoğrafları, adı üstünde, hatırlamak için üretiliyor ve saklanıyor. Zira geçmişimiz hatırlayabildiklerimizle şekilleniyor. Belli ki insanlık her zaman saldırganlığı ve şiddet eğilimi ile hatırlanacak. Sevecenliğe dair hatıraları ise evdeki fotoğraflarda arayacağız.

III.

Ne hatırlıyorsan osun.

Fotoğraf, icadının dünyaya duyurulduğu andan itibaren, olağanüstü bir ivmeyle ulaştığı bugüne dek, bu alandaki hem pratisyenler, hem de teorisyenler tarafından en çok iki kavramla ilişkilendirilmiştir: gerçeklik ve bellek.

Fotoğrafın, özellikle sayısal devrime dek başat görevi kabul edilen gerçekliğin kanıtı olma işlevinin tüm dünyada, özellikle de fotoğrafçılar tarafından müthiş bir heyecan hatta fanatizme varan bir bağlılıkla vurgulanmış olması, sayısal devrim sırasında ve sonrasında da aynı insanların fotoğrafta temsil edilen gerçekliğin aksi kanıtlanamayacak biçimde dönüştürülebileceği “gerçeği” karşısında sergiledikleri isyankâr tavır, dikkate değer bir tepkidir.

Psikolojik sorunları, belli alanlarda kompleksleri, hatta yetersizlik duyguları olan bireylerin, bu sorunlarla, akıllarını sürekli meşgul eden, onları kendi varoluşları ve kimlikleri ile ilgili olarak kuşkuya düşüren karmaşalarıyla yüzleştirildiklerinde gösterdikleri inkâr ve isyan davranışlarını hatırlatan bu tavır, manidardır.

Fotoğrafla gündelik ilişki içinde olan ve haklı bir iyimserlik içinde, yukarıda ima edilen fotoğrafçı karmaşasını taşımayan insanlar bu sorunu deneyimlemez ya da algılamazlar, belki de görmezden gelmeyi tercih ederler. Öte yanda, fotoğrafla ortalamanın üzerinde, profesyonel ilişki içinde olan kişilerin çoğu -ki sadece profesyonel fotoğrafçılar değil, tüm sanatçı ve düşünürler, sosyal bilimciler ve benzerleri de kastedilmektedir- fotoğrafın, en başından beri kendisine atfedilen su götürmez gerçeklik kanıtı, anı ölümsüzleştirme, unutulmaz kılma gibi iddialı vasıfları neredeyse hiçbir zaman taşıyamayacak kadar kifayetsiz bir mecra olduğunu akıllarının gerisinde çok iyi bilmekle beraber, muhtemelen yeryüzünde, insan kültüründe bu vasıfları taşıyacak herhangi bir tekniğe, herhangi bir mecraya duyulan derin ihtiyaç nedeniyle, fotoğraf adeta bu vasıfları taşıyormuş gibi düşünme ve davranma eğilimindedirler.

Özellikle belgesel fotoğraf odaklarının kendi inandırıcılıklarını koruma adına iyi niyetle körükledikleri bu esasen dayanaksız, belki duygusal tutum karşısında, çok sayıda fotoğrafçı ve düşünür, fotoğrafın gerçeklikle oldukça zayıf bağları olduğunu ve ancak izleyici cephesinde bir anlam kazanabildiğinden, net bir bağlam ve tanıklığa dayalı güvenilirlik oluşturulmadığı sürece istisnasız olarak tüm fotoğrafların içi ve altı boş, somut bir anlamdan yoksun, müphem görüntüler olmanın ötesine gidemeyeceklerini dile getirmişlerdir.

Örneğin çağdaş sanatçılar Alman Andreas Gursky ve Kanadalı Jeff Wall tüm fotoğraf üretimlerini bu müphemlik ve fotoğrafın ortalama izleyici üzerindeki güçlü gerçeklik yanılsaması üzerine inşa ederler. Fransız düşünür Jean Baudrillard da medyada yer alan ve haber niteliği taşıyan fotografik görüntülerin aşamalı olarak gerçeklikten kopuşunu anlattığı Simülasyon Teorisi’ni ortaya koymuştur.

Baudrillard dört aşamadan söz eder. Buna göre, ilk aşamada görüntü (imge) temel bir gerçekliğin yansıması, ya da temsilidir. İkinci aşamada görüntü temel bir gerçekliği perdeler, çarpıtır. Üçüncü aşamada, görüntü temel bir gerçekliğin yokluğunu, olmayışını perdeler. Dördüncü ve son aşamada ise, görüntü ile gerçeklik arasında hiçbir ilişki, hiçbir bağ kalmamıştır ve artık görüntü kusursuz bir yalana, Baudrillard’ın deyimiyle safkan bir “simulacrum”a dönüşmüştür.

Çağdaş Alman fotoğrafçı Thomas Demand, çalışmalarında adeta Baudrillard’ın formülünü uygulamaktadır. Demand, ilk önce çok konuşulan, kamuoyunu meşgul eden bir olaya dair basında yer almış bir fotoğrafı alır, bu fotoğrafta görülen sahneyi , daha doğrusu mekânı, karton ve sıkıştırılmış kağıt hamuru kullanarak 1/1 ölçekte yeniden inşa eder. Ancak elde edilen modelde, orijinalde yer alan hiçbir yazı, sayı, eskime izi ve insan görünmez. Modelin aynı açıdan bir fotoğrafı çekilir. Fotoğraf çok büyük boyutlarda basılarak sergilenirken, model tahrip olur. Böylece, Baudrillard’ın simulacrum aşamasına ulaşılmış olur. Ancak, Thomas Demand’ın çalışmalarını yürütürken veya bu maketleri üretirken elde edilmiş herhangi bir görüntü yoktur. Çalışma süreci ancak beyanla aktarılır. Karton modellerin kendileri, üretim ya da tahrip aşamaları hiçbir zaman izleyiciye gösterilmemiştir. Proje bu anlamda kendi içinde sarmal bir belirsizlik de taşımaktadır. Tıpkı, Baudrillard’ın kuramının da, yapısı gereği kendisini yalanlar nitelikte olması gibi.

Belleğin sağlamasını yapan, unutmayı engelleyen ve yaşanmış, geçmişte kalmış gerçekliğin fiziksel kanıtı olan herhangi bir yönteme duyulan derin ihtiyaca gelince; Bunun nedenlerini haliyle insan doğasında aramak gerekir.

Toplumsal çevre içinde büyüyen ve yer alan herkes, bir noktada şunu farketmek zorunda kalır: akıl, dolayısıyla bellek, değişken yani dinamik, daha da kötüsü uçucudur. Çocukluğumuza dair hatırladığımız birçok deneyimin büyüklerimiz tarafından yalanlanması çoğumuzun başına gelmiştir. Hiçbir zaman gitmediğimiz yerleri, hiç tanışmadığımız kişileri, hiç yaşamadığımız olayları hatırlamaktayızdır. Ama bize bunların olanaksız olduğu, orada bulunmadığımız ve muhtemelen bize anlatılmış olanlar üzerinden, kendimizi dahi inandırmayı başarabildiğimiz “yapay” hatıralar ürettiğimiz söylenir.

Gündelik dilde delilik ya da cinnet diye adlandırılan ileri düzeydeki psikozların da aslında belleğin sil baştan organizasyonu, kişinin kendisine ve geçmişine dair hatırladığı herşeyi elden geçirerek hatırlananları seçici olarak unutması, oluşan boşlukları da ihtiyaçlara uygun biçimde üretilmiş “yeni hatıralarla” doldurmasından ibaret olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Nitekim, nispeten tartışmalı bir konu olan “mizaç” bir tarafa bırakılacak olursa, akılları “sağlıklı” kabul edilen insanların da kişilikleri çoğu kurama göre yaşam boyu süren bir öğrenme sürecinin, yani bireyin tüm hatırladıklarının bileşkesidir. Buna göre, akıllı olma hali ile deli olma hali arasında hiçbir yapısal fark bulunmadığını söylemek mümkündür.

Anti-psikiyatristler bu farksızlığı teyit ederek, “deli” olduğu söylenen, bir anlamda hatırladıklarını ve öznel gerçeklik kurgusunu başedebileceği biçimde yeniden organize eden kişileri tedavi etmeyi -üstelik tedaviyi talep de etmemişlerken- tam da bu nedenle reddederler. Bu insanlar için belleğin yeniden organize edilmesi bir sağlıksızlık değil, belki de tam tersine hayatlarını sürdürebilmek uğruna geliştirdikleri bir strateji, hayata tutunma çabası, daha da ileri giderek, belki de bir sağlık belirtisidir.

Delilerin toplum içinde dışlanmak bir yana, tam tersine insanüstü vasıflara sahip oldukları düşünülerek baştacı edildikleri topluluklara rastlamak mümkündür. Burada kastedilenin yalnızca kimi egzotik coğrafyalardaki ilkel kabileler olduğu sanılmasın. Gelişmiş Batı toplumlarında da inanç liderleri ya da sanatçılar arasında, başka koşullarda psikiyatrik tedaviye aday gösterilebilecek kişiler olduğunu açıkça görmek mümkündür.

Bütün bunların sonucunda, bireylerin kendilerine, kendi geçmişlerine dair hatırladıklarına da zaman zaman kuşkuyla bakmaları kaçınılmaz olmaktadır. Her birimiz, paylaşılan (kollektif) gerçeklik ile bağımızı kolaylıkla koparabileceğimizin bilincindeyiz. Çizginin diğer tarafına geçmenin ne kadar kolay olduğunu bizzat deneyimleyebiliyoruz. Rüyalar, uyku-uyanıklık arasında olduğumuz durumlar, duyguların aşırı derecede kabardığı, örneğin öfke ya da korku anları, sarhoşluk, yorgunluk, yoğun stres gibi koşullarda gerçeklik algımızın, kişiliğimizin ve aklımızın hiç farketmeden değiştiğini, sonradan geriye dönüp baktığımızda kendimizi tanımakta güçlük çektiğimizi her birimiz yaşamışızdır.

Hatta, böyle durumlarda, egomuzu, başka bir deyişle özkavram diyebileceğimiz, kendimizle ilgili tanımlar bütününü sarsabilecek anıları unutmayı da seçebiliyoruz. Represyon ya da bastırma adı verilen savunma mekanizması, tam da buna işaret eder. Kendimizi doğru ve değerli hissetmemizi engelleyebilecek, “kendimize yakıştıramadığımız” deneyimleri ya da beklentileri belleğimizde derinlere doğru bastırır, hatırlanmalarını güçleştiririz. Tıpkı delilik gibi, bastırma da bir stratejidir ve çok sayıdaki diğer savunma mekanizmaları ile birlikte herkes tarafından kullanılır.

Benzer biçimde, ünlü nörolog Sigmund Freud tarafından, sonraları psikolojik temelli histeri vakaları olarak tanımlayacağı esrarengiz felç şikayetlerini araştırırken, tüm hastalara uygulanamayan hipnoz yöntemine alternatif olarak geliştirdiği serbest çağrışıma dayalı psikoanalitik tedavi ve arkasındaki teori de, unutma stratejilerine dayalıdır. Psikoanalitik teoriye göre, sarsıcı (travmatik) deneyimler, bastırılarak bilinçaltına itilir. Yani birey, rahatsız edici, kendisini değersiz, yetersiz ya da suçlu hissetmesine yol açabilecek hatıraları, hatırlamamayı seçer. Ne var ki, Freud’un teorisine göre bastırılan hatıralar biçim değiştirerek geri dönerler ve takıntılı davranış bozuklukları, tekrar eden kabuslar ya da felç, sara nöbetlerini andıran bayılmalar vb. sağlık sorunlarına dönüşerek şikayet konusu olurlar.

Analitik tedavinin amacı, hastanın, ya da yumuşatılmış deyimle danışanın, sorunlarının kökeninde yatan sarsıcı deneyimi hatırlamasını sağlamak, böylelikle “meseleyi” bilinç düzeyine taşıyarak bilinçdışı yansımalarını bertaraf etmektir. Kısacası, psikoanalitik teori de kişiliği ve dolayısıyla kişilik bozukluklarını ve tedavi yöntemini, unutma/hatırlama süreçlerine dayandırmaktadır.

Ağır kişilik ya da davranış bozukluklarının bellekle ilişkilendirildiği bir başka uygulama da, bugün hâlâ başvurulan, “işe yaradığı” görülen ama neden işe yaradığı tam olarak bilinmeyen şok tedavisidir. Genellikle haftalara yayılan bir kür halinde uygulanan bu tedavide, hastaya yüksek dozda ensülin ya da şakaklardan yüksek gerilimli elektrik akımı uygulanır. Doz ayarlamasının daha zor olması ve taşıdığı risklerin daha fazla olması nedeniyle ensülin şoku günümüzde kullanılmamaktadır. Ancak her iki yöntemde de hasta şoka girer ve bir tür koma halinde kaldıktan sonra uyanır. İlk anda hiçbir şey hatırlayamayan hastanın belleği, teoriye göre yeniden organize olarak geri gelir. Bazı hekimler bu tedaviyi, düzgün çalışmayan bir cihazın yumruk atılarak ya da güçlü bir şekilde sarsılarak tamir edilmesine benzetirler. Hatırlananlar arasında marazi bağlar kurulmuş olmasıyla açıklanan hastalık, bu bağların koparılıp yeni baştan örülmesi sayesinde düzelme sergiler. Tedavi sonucunda çoğu kez geri döndürülemeyen bellek kayıpları ciddi bir yan etki olarak görülür.

Bellek stratejilerinin akıl ve huzur ile bu denli kritik ilişkiler içinde olduğu bir algı dünyasında, doğrudan doğruya hatırlamaya dair, fiziksel, nesnel gerçekliğin tartışılmaz kanıtı olarak orta yerde dimdik duran fotoğraf, haliyle insanların kayıtsız kalabileceği bir buluş değildi.

Aklımıza, belleğimizin oyunbazlığına karşı muhafız görevini üstlenen fotoğraf, bir yandan da aynı nedenle huzurumuzu kaçırıyor, kendi geçmişimizi dilediğimiz gibi tekrar tekrar kurgulamamıza engel oluyordu.

İşte bana kalırsa, fotoğraf ile aramızdaki iki uçlu, hem “İyi ki var,” hem de “Keşke hiç olmasaydı,” dediğimiz dengesiz, kararsız ilişkinin arkasında bunlar yatıyor. Fotoğrafla kimi zaman işbirliği yapıyor, kimi zaman onunla mücadele ediyoruz. Birbirine zıt iki farklı ihtiyacımıza aynı tekniğin, aynı dilin yanıt veriyor olması kafamızı daha da karıştırıyor, onu hem çözüm, hem de sorun haline getiriyor.

Unutmayalım ki fotoğraf hem kararlı hem kaypak, hem konuşkan hem suskun, hem bilgilendirici hem de yanıltıcıdır.

Fotoğraflarda gördüklerimiz her zaman tümüyle gerçektir. Aksi halde, fotoğrafları çekilemezdi. Öte yanda herşey bir o kadar da yalandır, zira bir görünüm bize fotoğraf yoluyla ulaşıyorsa, kesin olan şudur ki, o artık yoktur.

 

Orhan Cem Çetin // Kasım 2012

 

%d blogcu bunu beğendi: