Posts Tagged ‘İstanbul’
Hâlâ / küçük İskender
Tarih Vakfı tarafından yayımlanan üç aylık İstanbul dergisinin Ocak 2003 sayısı. Çağrı kimden gelmişti, nasıl eşleştik hatırlayamıyorum ama, Mehmet Altun’un sunumuyla, “25 Fotoğraf, 25 Yorum” dosyasında, benim İstanbul’u en iyi anlatan fotoğrafım olduğu iddiasıyla seçtiğim kare için, küçük İskender bir metin yazmıştı.
Hâlâ
Bu şehirden beni kim götürüyor?! Belirsiz bir hafıza toplamı mı, yoksa ciddiyetini kaybetmiş çocukluğumun özgür kalma arzusu mu?! Oysa kalabalığa karışan ve o kalabalıkla birlikte koskoca bir tarihi yeniden kurgulayan zaaflarım, geriye dönüp bakışlarım, masumiyetimle şekillendirdiğim otoritem, gizli ihanetlerim, terk ettiğim mahalle arkadaşlarım bile var.
Sımsıkı kapatılmış bir kapı İstanbul: Bizans ağacından. Kilidine sokuyorum parmağımı; “Sen, sabahları sokağından geçen izinli askerlerin yazdığı tek bir yar mektubusun. Bırak, mektupları sadece doğal soprano martılar okusun. Topla eşyalarını ve git buralardan. Gittiğin yerlerde buraları özlemeyi, buralarda yalnız kalmanın hayalini öğren. Çelişkilerden bunalmayı, varoşlarda taştan, topraktan yemek yapma mecburiyetini, seni üstün kılan karmaşayı, geceleri kendi kalbine bir aç kurt gibi inmeyi ve tamburun sesindeki ince zarafetin sorumluluğunu öğren,” diyor İstanbul. Elinde iltihaplı bir bıçak; anlaşıldığı üzre bıçak saplanmadan hayat başlamayacak!
Ah, Kız Kulesi’nin dudaklarına Osmanlı kafiyeli şiirler yapıştırıp tüydüğümüz maceralarda unuttuğumuz ölülerin sayım işlemi devam ediyordu. Siyahtık. Ve siyahlığımızın beyaz olduğunu keşfedebilmek için İstanbul’un kavanozuna giriyorduk. Bir ufaklığın yakaladığı küçük örümceği hapsettiği kavanoz misali. Bir kavanoza giriyorduk; dışımızdakiler kapağı sıkıştırıyorlardı.
Bilirsiniz: İstanbul’a bir kuş konmuş. Beşiktaş, yakalamış. Ortaköy, kanatlarını yolmuş. Kadıköy, pişirmiş. Karaköy, yemiş. Beyoğlu, gasptan dönmüş: “Hani bana, hani bana!” demiş. Yo, çılgınca bir gıdıklayışla bitmiyor bu tekerleme. Beyoğlu, kuştan artakalanlarla doyurmuş sokak çocuklarını, sokak ayyaşlarını, sokak delilerini ve sokak sevgililerini. Hikâye bu ya!
En güzel semtteki evinize sığının hemen. Size kötü fıkralar anlatan yağmura rağmen cama dayanıp saati soran kumruya üzgün olduğunuzu ima etseniz de, biliyorsunuz, İstanbul kanat bulsa havalanacak. Siz, rüzgârında titreyeceksiniz. E, hüküm bu: İstanbul, kendi göğsüne jilet atar.
Bu şehirden beni ne götürüyor?! Eskimiş insanların delik deşik ettikleri yanlış mazileri mi, yoksa lisanı bozuk ilişkiler mi?! Hangi şarkının peşine düşsem aşk acısı çeken bir çaresiz, mutsuz bir ihtiyar, babasını sevmeyen bir oğlan çocuğu, gururu yüzünden katil olmuş biri, yalnız bir ressam buluyorum. Oysa İstanbul havadar, güneşli ve egzotik. Oysa İstanbul samimi ve gaddar. Bu şehirden beni melekler götürüyor.
Annemle alışveriş için Balıkpazarı’na çıkmıştık. Serin bir ilkbahardı. Önce turşu aldık biraz. Bana da lakerda. “Ben Papağan’dan yüz elli gram kahve alıp geliyorum, bekle” dedi ve gitti annem. Yıllar geçti üstünden. Çıkagelmedi. Orda, öyle, mor bir leke halinde onu bekliyorum hâlâ.
Ne metin ama… En büyük pişmanlıklarımdan biri, bu güzel eşleşmeyi bahane ederek onunla tanışmamış, tanışmayı ertelemiş olmamdır.
Dergideki 25 eşleşme:
Fotoğrafın daha iyi bir versiyonu:
“Park Halinde” Seul’de // “Parked Position” at Seul

Yeni Çağ / Park Halinde (2011, 100×150 cm Lambda Print Diasec)
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisinde.
TÜRKİYE’DEN ÇAĞDAŞ SANATIN SON DÖNEM ÖRNEKLERİ GÜNEY KORE’DE ULUSLARARASI SANATSEVERLERLE BULUŞUYOR
Türkiye’den çağdaş sanatın uluslararası platforma taşınması için çalışmalarını sürdüren Contemporary Istanbul önemli bir uluslararası sergiye imza atıyor. 6-26 Eylül 2012 tarihleri arasında düzenlenecek olan “Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea (Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore’de)” adlı sergide başarılı genç sanatçıların ve dünya çapında saygınlığa sahip Türk sanatçıların eserleri ilk defa geniş kapsamlı bir seçki ile Güney Kore’nin başkenti Seul’de yer alacak. Uzakdoğu’nun en güçlü kültür ve finans merkezlerinden biri olan Seul’de düzenlenecek serginin Türk çağdaş sanatının uluslararası ölçekteki değerini artıracak.
Güney Kore’nin başkenti Seul’de 5-26 Eylül 2012 tarihlerinde gerçekleşecek “Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea (Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore’de)” sergisi Türkiye’den çağdaş sanatı Uzakdoğu’nun kültür ve finans merkezlerinden biri olan Seul’de tanıtmayı ve Kore’de Türkiye çağdaş sanat alanında pazar yaratmayı amaçlıyor. Sergide başarılı genç sanatçılar ile beraber bugünün sanatına yön vermiş 54 sanatçının yaklaşık 100 eseri yer alacak.
Özellikle 1990 sonrasında üretilen sanat eserlerine yer verilecek sergi, Türkiye’de çağdaş sanatın somutlaşmaya başladığı, sanatçıların kendi dillerini yarattıkları, dünyada tanınmaya başladıkları ve Türkiye’de sanatın modernden çağdaşa geçtiği bir döneme ışık tutuyor. Son dönem üretilen işler ise bu dönemi, çatışmaları ve farklılıkları tüm zenginliğiyle yansıtmayı amaçlıyor.
“Türkiye’den çağdaş sanatın değeri daha da artacak”
Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli “Finans ve kültür alanlarında güçlü bir pazar haline gelen Güney Kore’de düzenleyeceğimiz bu sergi, Türk çağdaş sanatı ve sanatçıları için önemli bir platform oluşturacak. Encounters ile Türk çağdaş sanatının küresel çapta bilinirliğinin daha da artacağına, eserlerin yüksek satış değerlerine ulaşacağına inanıyorum” dedi.
“Batıdaki en Doğulu ülke ile Doğudaki en Batılı ülkenin teması”
Serginin küratörü Hasan Bülent Kahraman sergiyle ilgili şunları söyledi: “Encounters sözcüğü hem 1950’lerden bugüne çok çeşitli düzeylerde devam eden Türkiye-Güney Kore buluşmasını ve etkileşimini anlatmakta, hem de kendi coğrafyasında sürekli olarak Doğu-Batı ikilemi yaşamış, kendi modernleşme sürecinde bütün parametrelerini Batıya göre ayarlamış Batıdaki en Doğulu ülkenin, şimdi Doğudaki en ‘Batılı’ ülkeyle olan temasını vurgulamaktadır. Serginin en önemli yanı Türk sanatının ‘çocukluk hastalıkları’ndan kurtulduğunu gösteren yapıtlardan oluşması.’
Türkiye’den çağdaş sanatın sanatının güçlü isimleri de Kore’de
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisinin bir diğer bölümü olan “Transitions: From Modern to Contemporary”de ise Türkiye’den çağdaş sanata yön veren çok güçlü isimlerin eserleri yer alacak. Dünyanın önemli müzelerinde koleksiyonlara kabul edilen, Türkiye sanat üretiminin dünyada yer edinmesini sağlayan ve günümüzdeki çağdaş sanatın oluşumuna katkıda bulunan Burhan Doğançay, Komet, Erol Akyavaş gibi sanatçıların yapıtları, serginin “Transitions” başlıklı bölümünde sanatseverlerle buluşacak.
Kore’de sanat dolu bir ay: Gwangju Bienali, KIAF Sanat Fuarı ve
Seul Medya Sanatları Festivali
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisi Kore’de uluslararası sanat etkinlikleriyle aynı dönemde gerçekleşecek. Dünyaca ünlü Gwangju Bienali bu yıl 7 Eylül – 11 Kasım tarihleri arasında “Roundtable” temasıyla sanatseverlerle buluşacak. “Encounters” ile aynı tarihlerde gerçekleşecek bir diğer etkinlik ise KIAF Uluslararası Sanat Fuarı. 13 – 17 Eylül tarihleri arasında Seul’de gerçekleşecek KIAF, dünya çapında binlerce sanatseveri Seul’da bir araya getirecek. Diğer bir etkinlik olan Uluslararası Medya Sanatları Bienali ise 11 Eylül – 4 Kasım 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek.
Ara Square’deki sergide şu sanatçıların eserleri yer alacak:
Ardan Özmenoğlu, Aslımay Altay Göney, Arslan Sükan, Ayça Telgeren, Bahar Oganer, Bedri Baykam, Burçak Bingöl, Burcu Aksoy, Burcu Perçin, Burhan Doğançay, Can Kurucu, Can Ertaş, Cevdet Erek, Çınar Eslek, Deniz Üster, Ebru Uygun, Ekrem Yalçındağ, Elif Uras, Elif Boyner, Erol Akyavaş, Ferhat Özgür, Filiz Azak, Gökçe Erhan, Haluk Akakçe, Hüsamettin Koçan, Ilgın Seymen, İrem Tok, Jale Çelik, Kemal Seyhan, Kezban Arca Batıbeki, Komet, Maide Bulak, Murat Germen, Nazif Topçuoğlu, Nejat Satı, Nermin Er, Nezaket Ekici, Orhan Cem Çetin, Osman Dinç, Seçkin Pirim, Sevim Sancaktar, Seydi Murat Koç, Seza Paker, Sıtkı Kösemen, Sümer Sayın, Tuğberk Selçuk, Yaşam Şaşmazer, Yağız Özgen, Yeşim Akdeniz, Yıldız Şermet, Zeynep Kayan.
Contemporary İstanbul basın duyurusundan.
Zift
Sevgili arkadaşım Arjen Zwart geçtiğimiz yıl Ekim ayında Zift başlığı ile bir sergi açtı ve sergi ile eşzamanlı olarak aynı adlı kitabını da tanıttı. Kitaba kısa bir önsöz yazma şansım olmuştu. Ortaformat‘ın 6. güncellemesinde Arjen’in bu çalışmasından söz edildiğini ve önsözümden alıntılar olduğunu görünce çok mutlu oldum ve yazının tamamını buraya koymayı çoktandır ihmal ettiğimi farkettim.
O halde, iyi okumalar.
My dear friend Arjen Zwart exhibited his works titled Zift last year in October. His book with the same title was also launched at the exhibition opening, for which I am proud to have written a short foreword. The other day I came across an article about the series in the e-zine ortaformat, which painfully reminded me that I have so far failed to share the foreword here.
You may now find it further below.
////
Orada Bir Şey Var
Arjen 3 yıl önce geldi ve bizle yaşamaya başladı.
Bir başkasının evine girdiğinizde, o eve özgü bir kokuyu hemen farkedersiniz. O evde yaşayanlar ise aynı kokuyu ancak uzun bir tatil dönüşünde, içeri ilk adımlarını attıklarında, belki alabileceklerdir.
Zift serisi Arjen Zwart’ın da İstanbul’un kokusunu tıpkı böyle, kısa sürede hissettiğini gösteriyor. Benim gibi 50 yılını bu kentte, bu ülkede geçirmiş bir meslektaşının zor algılayabileceği bir biçimde. Sıra bu kokuyu bize anlatmasına, göstermesine geliyor. Kara duvarları, sağır ve dilsiz devasa yüzeyleri ilk farkettikten ve görüntülemeye başladıktan sonra, bir aciliyet duygusu içinde sokaklara düştüğünü anlatıyor Arjen. İşte, bir kitabı dolduracak kadar çoklar. Kimisi gelip geçici. Tekrar tekrar yazılıp silinen karatahtalar gibi.
Bir duvarı olduğundan daha da geçirimsiz yapma gayreti. İçindekini göstermemek üzere örülmüş duvarların kendisini de görünmez yapma çabası adeta.
Burada hiçbir şey yok! diyen bir şey.
Üstelik konu fotoğraf olunca, siyahın hiçliği tersine döner. Zira fotoğraf bir indirgeme işidir.
Fotoğraf, içinde görülenler kadar görülmeyenlerle de ifade bulur. Fotoğrafçının gösterdikleri, göstermemeyi seçtiklerine kıyasla anlam kazanır. Fotoğrafı sadece ışık değil, çoğu kez gölge var eder. Bir fotoğraf baskısında siyah, orada bir şey var der.
Arjen’in Zift fotoğraflarında da, bakışımızın karşısında birer engel olarak duran karalanmış yüzeylerin zaman zaman arkaya sığınanlar tarafından aralandığını, ya bir nefes, ya bir ses, ya da bir tutam ışık için koca kalkanların delindiğini, yaralandığını görüyoruz. O insanlar belki de göründükleri ya da daha doğrusu görünmedikleri kadar da saklı, korunaklı olmak istemiyorlar.
İnsan doğası bu. Ölüsüne bile işaret koyan, bak ben hâlâ buradayım diyen insan, hayatta iken gizli saklı kalmaya ne kadar tahammül edebilir?
Gel gelelim, biz İstanbullular için giderek sıradanlaşan, kalemle çizilmiş bir kaşın gerçekten o çehreye ait zannedilmesinde olduğu gibi bir yanılsama yaratan bu karanlık suratlar, bambaşka bir kent atmosferinden gelen Arjen’in gözünden kaçmadı. O yalandan saklananlar, şimdi sobelendiler ve artık göz önündeler.
Kim bilir bir sonraki saklanıyormuş gibi yapma taktiği ne olacak.
Ve bu kez, hangi fotoğrafçı kokuyu alabilecek.
ocç / Ağustos 2011, İstanbul
////
Something is There
Arjen arrived 3 years ago and stayed with us.
As soon as you enter someone’s home, you notice a smell special to that place. Those, on the other hand, who live in that home, would probably be able to identify this very same scent only at their return after a long vacation, the moment they set foot inside.
The Zift series show that Arjen Zwart, likewise, felt the smell of İstanbul very quickly, in a way that a fellow photographer like me who has spent 50 years in this city would hardly be able to perceive. Now it is time for him to show and tell us about this smell. Arjen tells us that the moment he noticed and began photographing these black walls, these giant deaf and dumb surfaces, he was out in the streets with a sharp feeling of urgency. Well, they are plenty, enough to fill the pages of a book. Some are transient; like a blackboard you can wipe and rewrite over and over again.
An effort to make a wall even more impermeable than it already is. An effort to make the walls invisible, walls themselves erected to make their content invisible.
Something that says there is nothing here!
But when we are talking about photography, the nihility of black is inverted. Because photography is reduction.
A photograph is expressive thanks to what is visible in it as well as what is not. What the photographer has decided to show gains meaning with reference to what he/she has decided not to show. A photograph is made possible not only by light but usually by shade. Black, on a photographic print says that something is there.
Indeed, in Arjen’s Zift series, we can see that the blackened surfaces obstructing our view are sometimes made to give way by those who shelter behind , these colossal shields pierced, scarred to breath, to hear or to let in a wisp of light. These people are probably not as willing to be hidden, to be protected as they seem or in fact do not seem to be.
This is human nature. How would the human being, who even tags dead bodies, shouting out look, I am still here, be able to stand being well hidden while still alive?
However, these dark faces that create an illusion comparable to a drawn eyebrow mistaken for the real one, too familiar, almost habituated for us who dwell in İstanbul, would not go unnoticed by Arjen who arrived from a totally different urban atmosphere. Those who were in fact willing to get caught are now revealed in this game of hide-n-seek.
Who knows what the next strategy for pretending to hide will be.
And who will be the next photographer to smell it first.
ocç / August 2011, İstanbul
Karnı Yarık Kentler

İngilizce’de “rakip” anlamına gelen “rival” sözcüğünün, Latince “rivus” yani “nehir” kökünden geldiğini biliyor muydunuz? Buna göre birbirinin rakibi olmak, bir nehrin karşılıklı iki yakasında yaşayıp aynı sudan yararlanarak (ya da belki aynı suyu kirleterek!) bir diğerinin tepesini attırmak anlamına geliyor.
Dünyanın neredeyse tüm büyük kentlerini, çoğunlukla “kanal” adı verilen bir su şeridi ikiye böler. İstanbul, Londra, Paris, Viyana, Kahire en iyi bilinenlerinden birkaçı. Bir de suyun tümüyle paramparça ettiği kentler var: Venedik ve Amsterdam gibi.
Su yoksa, sur var ya da bir ana cadde var kentin karnını boydan boya yarıp geçen, Ankara’da olduğu gibi. Kentin sakinleri adeta ihtiyaç duyuyor bu bölünmeye.
Kentlerin su kenarında kurulmasında şaşıracak bir şey yok tabii ki. Ama İzmir’deki Karşıyaka’ya ne buyurulur? Bir körfezin iki yakası olur mu? Olsa olsa iki ucu olur. Besbelli uydurulmuş bir karşı, uydurulmuş bir yaka bu. Karşıyakalıların asla kendilerine İzmirli demedikleri, her daim Karşıyakalılıkları ile övündükleri de İzmirlilerin geri kalanları tarafından aktarılır. Demek ki, suyun diğer tarafındakini dışlama, aşağılama eğilimi de işin bir parçası. Malum, İstanbul’un Asya yakasındaki en eski yerleşimlerden Kadıköy’ün eski adı Kalkedonya’nın da yanlış yakaya yerleştiklerini düşünen karşı taraflılar tarafından verildiği, zira Kalkedonya’nın “Körler Kenti” anlamına geldiği söylenir.
İlle de bir karşı, bir karşıt, bir rakip gerekiyor sanki.
Kentlerin su kenarına kurulmasında devreye giren malum doğal ihtiyaçlara (avlanma, ulaşım, sulama vb) bir de doğadaki en temel varoluş kurallarından, ihtiyaçlarından “karşıtlık” ilkesini de ekleyebilir miyiz acaba? Uzak Doğu felsefesinde Ying-Yang’la temsil edilen, doğanın, insan kültürünün diyalektiğinden söz ediyorum.
Hocam Gündüz Vassaf, Radikal gazetesindeki Uçmakdere yazılarından birinde doğada eşeysiz üremenin çok sayıda örneği varken, neden kadın ve erkek cinsiyetlerinin varolduğunu sorgular. Doğada tek cinsiyet de olabilir, kendi kendimize ürememiz mümkün olabilirdi besbelli. Bana göre de kainatta hiçbir olgu, hiçbir madde, hiçbir hareket nedensiz değildir ve büyük olasılıkla bir ihtiyaca cevap vermektedir. O halde kadın ve erkek neden varoldu? Neden İstanbul’da ya da Londra’da ya da Paris’te, aynı kenti paylaşan vatandaşlar kendilerine “karşı taraf” yaratma ihtiyacı hissediyorlar?
Referans noktasının sürekli kayması, suyun iki yanının da hem “bu taraf” hem “karşı taraf” olması, ortada net bir konumlama olmadığını, sadece bir karşıtlığa ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Karnı yarık kentlerde yaşayanların çoğunlukla evleri ile işyerlerinin farklı yakalarda bulunması saçmalığı bile bu ihtiyaçla açıklanabilir belki.
Birkaç ay önce ben bu külfeti hayatımdan çıkartmak adına işyerimi İstanbul’un Avrupa yakasından Asya yakasına, evimin -30 km yerine- 300 adım ötesine taşıdım. Ama yine arada bir cadde var. Kader mi, ihtiyaç mı bilemiyorum artık. Bu arada, taşındığımı duyan dostlarım “Üff, amma uzağa gitmişsin,” diyorlar. Oysa ben yakına geldiğimi düşünüyorum. Kendi yakınıma. Acaba hata mı ettim? Doğanın diyalektiğine ters mi düştüm?
Karşıtlık ihtiyacına dönecek olursak, tabii ki bir tezim var bununla ilgili. Dediğim gibi, kainatta kusursuz bir nedensellik varsa, her olgu bir ihtiyaca yanıt veriyorsa, kendine bir rakip, bir karşıt, bir karşı yakalı bulma çabası da bir ihtiyaca cevap vermek zorunda. O halde bu ihtiyaç nedir?
Rekabetin sinerji yarattığını kimse inkar etmeyecektir. Doğru ya da yanlış, rekabet bir yarış hali, diğerinden iyi olma çabası, bir seçme ortamı oluşturur. Gündüz Vassaf’ın söylediklerine dönecek olursak, belki de kadın ve erkek cinsiyetlerinin evrim için gerektiğini söyleyebiliriz. Üreyebilmek için karşıtını bulma gerekliliği bir seçim yapma, bir tercih kullanma gerekliliğini de yanında getiriyor. O zaman da bu tercih sırasında kullanılacak ölçütler devreye giriyor. Yaş, güzellik, doğurganlık vb. ölçütler. Birey, partner seçiminde özüne yaklaştıkça, yakın akraba evliliklerinde olduğu gibi evrimin yönü değişiyor, tersine dönüyor. Düşünün, kendi kendimize üresek neler olur, insanlık (ya da tüm cinsiyetli hayvan türleri) nasıl ucubelere dönüşürdü.
Bana kalırsa, kainatı yöneten belli başlı birkaç kural var. Bu da onlardan bir tanesi. O nedenle, cinsiyetlerin varolmasını gerektiren yukarıda söylediklerim doğruysa, aynısı tüm karşıtlıklar için, diyalektiğin tümü için geçerli.
Kısacası, karşıt bulma ihtiyacı evrim için gerekli gibi görünüyor. Karşıt olsun ki, rekabet doğsun. Kendimizi kıyaslayabileceğimiz bir referans noktası bulunsun. Bu kıyaslamada kendimizi yeterince iyi bulsak da bulmasak da kazançlı çıkıyoruz. Karşı yakadakinden iyiysek gururumuz okşanıyor. Değilsek çabamız artıyor, evrim devam ediyor.
Ayrıca karşıt olmadan kendimizi tanımlayamıyor, bir anlamda varolamıyoruz. Kadın ya da erkeği bir diğerinden söz etmeden nasıl tanımlayabilirsiniz? Kanallarından söz etmeden Venedik ya da Amsterdam’dan nasıl söz edebiliriz? İstanbul’un ilk sözü edilen özelliği, iki kıtaya paylaştırılmış olması değil midir? Bu özelliği ve İstanbul Boğazı’nı Tabu oyunundaki gibi hiç ağzımıza almadan İstanbul hakkında bir o kadar çarpıcı neler söyleyebiliriz?
Bütün bu söylediklerim doğruysa, bir de kötü haberim var ister istemez. Tüm iki ya da daha fazla yakalı kentlerde, köprülerin ve tüp geçitlerin sayısı arttıkça, yani iki yaka bir araya geldikçe, kentin evrimi de yavaşlayacak, bir yakın akraba evliliği gerçekleşecek demektir. Haberiniz olsun.
Fırat Arapoğlu: Bireysel/Toplumsal Yeni Bir Çağ Üzerine Okumalar: Orhan Cem Çetin’in Son Fotoğraf Serisi “Yeni Çağ” Üzerine
Sergi sonunda açıldı. Yaptıklarıma ilgi göstererek bana hayat katan herkese çok teşekkür ederim. Sevgili Fırat Arapoğlu, Yeni Çağ serisi hakkında bir sunuş metni kaleme aldı. Aşağıda bulabilirsiniz.
Please scroll down to find an introductory text about my new series New Age, (on show till 7th Jan at Sanatorium Gallery) kindly written by Fırat Arapoğlu.
Bireysel/Toplumsal Yeni Bir Çağ Üzerine Okumalar: Orhan Cem Çetin’in Son Fotoğraf Serisi “Yeni Çağ” Üzerine
Fırat Arapoğlu
Orhan Cem Çetin’in Tarihi Haydarpaşı Garı’nda geçen yılın 28 Kasım’ında saat 15:00’te çıkan yangın ertesi çektiği fotoğraf, nesnel gerçekliğe dair bir “belge” niteliğini taşıması noktasında önemli bir konumu temsil etmekte. Zira bilindiği gibi toplumsal bellek aktarımında fotoğraf çok daha etkili ve bir “katharsis” etkisi yaratma niteliği de buna olanak sağlamakta. Orhan Cem Çetin’in o duyarlı kalemiyle anımsattığı gibi bu yangın ve yaratıcıları unutulmayacaktır ve bunu sağlayan da bizatihi fotoğrafın kendisi olacaktır.
Sanatçı son serisi “Yeni Çağ”da, daha önceki yönelimlerinin aksine, üzerinde hiçbir manipülasyonda bulunmadığı çekimlerini sergilemekte. Bu spontane çekimler, Roland Barthes’ın fotoğrafta sonsuza dek kopyalanan şeyin, yalnızca bir kere olduğunu tespit etmesine referans verirken, Orhan Cem Çetin’in “Bedava Gergedan” kitabında bir yerde belirttiği gibi “Kaynak belirtilerek dahi tekrarlanması mümkün değildir” hatırlatmasını akıllara getirir.
Türkiye [Cumhuriyeti], bugünde gayet rahatlıkla tespit edilebildiği gibi, liberalizm ve devletçilik; Doğu ve Batı ikilemleri ekseninde ortaya çıkan bir dönüşüm yaşamaktadır. Ne var ki, yukarıda bahsettiğim şekilde bir “belge” sunumunun – bu belgeye “tarihi” belge özelliği yapıştırılmamalı, “estetik” bir buluta sarılı bir epistemolojiden bahsetmekteyim – bu coğrafyada gözlemlenen ikilemlerin her iki tarafını da göstermesi gerekmektedir. İşte bu noktada örneğin Orhan Cem Çetin’in bir fotoğrafında deforme bir duvarın üzerinde Osmanlı Arması görülebilir, böylece [kültür] ele alınırken, sınıfsal katmanlar sezilebilmektedir.
Bu oximoronik sunumların varlığı bu serinin diğer işlerinde de netlikle görülmektedir; Karaköy sokaklarında alt katında, batı kültürüne ait kitsch hediyelik eşyaların satıldığı bir dükkanın üst katlarının virane görüntüsü, Atatürk Kültür Merkezi içerisindeki salonda tespit edilebilecek eski/yeni dönüşümleri, sadece basit bir “zamansal” çizgiyi değil, kentsel dönüşüm, popülist politika değişimleri gibi birçok noktaya dair açık yapıt okumalarına uzanmaktadır. Bu da sanatçının bu serisindeki fotoğraflarda rastladığımız bir noktaya götürebilir bizi: Fotoğraflardaki simgelerle, simgelerin işaret ettikleri farklılaşabilmektedir. Yanmış bir minibüsün bir modern kent silueti önündeki görüntüsü sentagmatik değil de, Çetin’in fotoğraflarındaki – hem de spontane çekimler olmasına rağmen – paradigmatik dönüşümleri işaret edebilmektedir.
Orhan Cem Çetin’in bu son serisinde fotoğraflar için şu tespit rahatlıkla yapılabilir: Bu fotoğraflar toplumun her gün yaşadığı, bireylerin simgeleriyle her an karşılaştıkları, yaşamlarının çeşitli cephelerinde aşina oldukları bir durumu göstermektedir. Bunun fotoğraflardaki yansıması, sanat tarihinde bir olgu/nesnenin varolduğu bağlamdan soyutlanarak “estetik” bir bağlam içerisinde – burada, fotoğrafta – dondurulmasıdır. Bu tip bir Brechtien “yabancılaşma” efekti – ki fotoğraflarda hiçbir manipülasyon olmadığı düşünüldüğünde – Türkiye toplumu içindeki “mizahın” daimi varlığını bize düşündürmektedir. Rasyonel sınırlar içerisinde koşulların varolmadığı bir durumda anında üretilen yeni bir işlevsellik üretmek – Lévi-Strauss’un “bricolage” kavramı düşünüldüğünde -, ekonomik ya da verili bir sistemden hareket etmeden, günlük yaşam pratikleri içerisinde sunulan çözümleri temsil etmektedir. İşte Halfeti’de tarihi bir duvarın boşluğu içerisinde sığdırılan sandalyelerin görüntüleri bu çözümleme ışığında okunabilir kanaatindeyim.
Cem’in – müsaadenizle burada biraz samimiyetimizi vurgulamak isterim – üretimlerinde sürekli gözlemlediğim noktalardan birisi manipüle edilmiş olsun ya da olmasın temsilini sunduğu olguya dair bir düşünceyi tepeden dayatmaması. İşte onu minimal, ama maksimum oranda ironinin ele alındığı bir yapıya ulaştıran, devrimci bir duruştur bu. Bu son “Yeni Çağ” serisinde gözlemlenen kültürel çoğulculuk ve imgeler arasındaki gerilim kanımca demokrasinin yeşereceği dinamizmi simgelemekte. Ahmet İnsel’in anımsattığı gibi “çatışma”, toplumun çoğulluğunun korunmasının ve toplumun ufkunun açık kalmasının önkoşulu. Eğer bu “ufuk” olmazsa, o zaman önlerinde uzanan eşsiz ve engin manzarada yere bakan insanları görmekteyiz veya sahneyi çeken cihazı çeken bir cihaz gibi “ironinin ironisine” uzanmaktayız. Öte yandan son olarak sanatçının sadece coğrafya üzerinden değil, biyoloji ve beden politikalarını da – post-modernizm bu kısmın “biyolojik” yanını genelde es geçer – içermesi ve bu bağlamda, ameliyat görüntüleri üzerinden kodlayarak, tıbbı “bedenin hack’lenmesi” olarak görmesi, bana tarihin yeniden inşası konusunu hatırlatmakta. Tarihi yeniden yapmak mümkün değildir elbet, eğer tarih bir “hikaye” değilse!
Tüm bunların ışığında Çetin’in bu son serisini alkışlamaya hazır olmalıyız: Nedeni gayet açık, Orhan Cem Çetin bu seride bizleri çekiyor, alkışladığımız aslında biziz. Öte yandan onun şahit olduğu bu sahneleri yalnızca o yargılayabilir, çünkü bizatihi o “an” içerisinde kendisi var. Ne var ki; bu serginin varoluş amacı gibi, şunu da unutmamalı: Sanatçının kendisi bu durum hakkında yargı yürütebilecek en son kişi!
Readings Concerning an Individual/Social New Age: On Orhan Cem Çetin’s Last Photography Series “New Age”
Fırat Arapoğlu
The photograph taken by Orhan Cem Çetin following the fire at the Historical Haydarpaşa Train Station on 28 November 2010 which broke out at 03:00 pm presents an important position in the sense of having the characteristic of a “document” concerning objective reality. Yet, as known, photography is much more influential in terms of social memory transmission and its characteristic of creating a “catharsis” enables this. As Orhan Cem Çetin reminds with his sensitive pen, this fire and its creators will not be forgotten and this will be assured by the photograph per se.
In his last series “New Age”, the artist exhibits his photo shoots which he did not subject to manipulation in contrast to his earlier tendencies. As these candid shots give reference to Roland Barthes’s statement that what is endlessly copied in photography has in fact happened only once, they bring to mind the reminder phrase “It is not possible to repeat even by indicating the source” as Orhan Cem Çetin has stated somewhere in his book “Bedava Gergedan” (“Rhino for Free”).
[The Republic of] Turkey, as it can be identified quite easily, experiences a transformation emerging in the axis of the dilemmas concerning liberalism and etatism as well as East and West. However, a “document” presentation as I have mentioned above – a “historical” characteristic should not be adhered to this document; I refer to an epistemology surrounded by an “aesthetic” cloud – shall display both sides of the dilemmas observed in this geography. At this point, an Ottoman coat of arms might be seen on a deformed wall in one of Orhan Cem Çetin’s photographs, thus the social strata can be perceived while dealing with culture.
The existence of these oxymoronic presentations are also clearly revealed in the other works of this series: the desolated image of a shop in the streets of Karaköy where kitsch souvenirs belonging to Western culture are sold in its ground floor as well as the old/new transformations to be located inside the foyer of the Atatürk Cultural Centre do not only indicate a “temporal” line but also extend to open work readings concerning many points such as urban transformation and populist policy changes. This might lead us to a subject to come upon in the photographs of this series: the symbols in the photographs and what they indicate might differ. The image of a burnt minibus in front of a modern city silhouette might indicate paradigmatic transformations in Çetin’s photographs – although they are candid shots – instead of syntagmatic transformations.
The following statement can be easily made concerning the photographs of Orhan Cem Çetin’s last series: these photographs display a situation experienced by the society every day where individuals come upon its symbols at any moment and which they are familiar with in every aspect of their lives. Its reflection on the photographs is the freezing of a phenomenon/object within an “aesthetic” context – here within the photograph – isolated from its existing context in art history. This sort of Brechtien “alienation” effect – considering that there are no manipulations in the photographs – makes us reflect on the permanent existence of “humour” within the society. Producing a new functionality produced immediately in a circumstance where there are no conditions existing within rational borders – when considering Lévi Strauss’s notion of “bricolage” – represents solutions offered within daily life practices without starting off from an economic or a given system. Thus, in my opinion, the image of chairs tucked inside a historical wall cavity in Halfeti can be read in the light of this analysis.
One of the points I am constantly observing in Cem’s works – if you will excuse me I would like to emphasize our closeness here – is that he does not impose an idea from above concerning the phenomenon of which representation he presents, be it manipulated or not. And this is a revolutionary stance conveying him to a minimal structure which, however, deals with irony at a maximum level. In my opinion, the cultural pluralism and tension between the images observed in this “New Age” series symbolizes the dynamism in which democracy will flourish. As Ahmet İnsel reminds us, “conflict” is the precondition for protecting the pluralism of the society and keeping its horizon open. If this “horizon” does not exist, we see people looking at the ground in a unique and vast scenery stretching out in front of them or reach toward the “irony of irony” like a device shooting the device shooting the scene. On the other hand, finally, that the artist does not only include geography but also policies of biology and body – postmodernism generally skips the “biological” side of this part – and, in this context, regards medicine as “hacking the body” by codifying them via surgery images, reminds me of the reconstruction of history. Certainly, it is not possible to remake history, if history is not a “story”!
In the light of all this, we shall be prepared to applaud Çetin’s last series. The reason is quite clear: in this series Orhan Cem Çetin shoots us; it is us that we applaud. On the other hand, only he can judge the scenes that he has witnessed for it is actually him who is inside that “moment” in person. However, just as the aim of this exhibition’s existence, one should also not forget this: The artist himself is the last person who can make a judgement on this matter!
Translated by Güher Gürmen
Biraz Kimya, Biraz Rüya.

Fotoğrafçılık tuhaf bir meslektir. Garip bir karma, sihirli bir harmandır bu iş. Biraz ondan, biraz bundan. Biraz mühendislik, biraz ressamlık, bir miktar sebat, bolca merak, biraz kimya, biraz rüya, üstüne arzuya göre inat. Sırdaşlık ve keskin nişancılıkla tamamlanır bu gizli formül.
Çok şey yazılıp çizildi fotoğrafçının şuuraltı hakkında. Röntgencilikten girip unutkanlıktan çıkan, onu hakikatın katlinden tutun da, büyücülükle, günahkarlıkla, yalancılıkla suçlayan, bir yandan da tarih yazıyor, her nasılsa anları ölümsüzleştiriyor diye yerlere göklere sığdıramayan türlü yergi ve övgülerin hedefi oldu fotoğrafçılar.
Her fotoğrafçı, kendi özgün harmanı ile üslubunu çizer, külliyatını buna göre oluşturur, kaderini tab eder. Derler ki, bir fotoğrafçı aslında hayatı boyunca kendi belgeselini çeker. Buradaki işlere bir de bu gözle bakın. Bugüne ulaşabilen fotoğraflarının pek azında kendisinin görünmesine karşın, Osep Minasoğlu’nun sıradışı öyküsünü bir çırpıda göreceksiniz.
Tanıdığım ilk hakiki fotoğrafçılar, Üsküdar’da, Doğancılar Yokuşu’ndaki Foto Kenan ve karanlıkodacısı Zühtü idi. 40 yıl önceki o günlerden bugüne sayısız meslekdaşımla tanıştım. Beyazıt Meydanı’ndaki kör Polaroidci’den Şahin Kaygun’a, Josef Koudelka’dan Juergen Teller’e kadar çok farklı harmanlara bizzat tanık oldum. Hiçbiri beni Osep Bey kadar şaşırtmadı, hiçbirinden daha büyük bir hayat dersi almadım.
Fotoğrafçılar biraraya geldiklerinde -ne yazık ki- en çok alet edevattan, tekniklerden, çekimlerden söz eder, kimin daha iyi olduğunu kanıtlama çabasına girerler. Osep Minasoğlu kadar anlatacak teknik bilgileri, karanlıkoda deneyimleri, icatları olsaydı, emin olun uykularında bile konuşurlar, saatin kaç olduğunu sorsanız size kimyadan ne kadar iyi anladıklarından dem vururlardı. Osep Bey ise, hala anlayamadığım çocuksu bir tevazu, bir talihsizlikler zinciri olan hayatına karşı gösterdiği benzersiz tevekkül ile, onu tüm birikimlerine karşın ustalıkla öğüten hırçın, umursamaz piyasanın kıyısında, sessizce sürüklenmeyi seçmiştir.
Onu ilk tanıdığımda, fotoğraf malzemeleri ithal eden, bir zamanların Darfilm firmasında teknik yönetici olarak çalışıyordum. Yeşilçam’a ORWO marka, Doğu Almanya ürünü sinema filmleri pazarlıyor, teknik destek veriyorduk. Osep Bey, firmanın Galatasaray’daki binasına bir öğle tatilinde girip, boş odaları yoklayarak sonunda 3. katta tesadüfen beni bulmuş ve sinema filmleri hakkında bilgi almak istediğini söylemişti, her zamanki olağanüstü kibarlığı ile. Anlattığı uygulama beni hayrete düşürmüştü. Düşük bütçelerin özellikle sinema sektöründe şaşırtıcı çözümlere vesile olmasına alışıktım ama böylesini hiç duymamıştım. Osep Bey, İstanbul’a dair turistik fotoğraflar çekip negatiflerini yan yana, kare kare birleştirerek delikleri ustalıkla hizalanmış uzun bir şerit elde ediyor, şeridin iki ucunu birbirine tutturup halka haline getiriyor, daha sonra bu sonsuz şeridi pozlama ünitesini kendi uygulamasına göre dönüştürdüğü bir sinematografik baskı makinesinde pozitif filme basarak, kendi hazırladığı kimyasallarla banyo ediyor ve sonuçta saydam, pozitif kareler elde ediyordu. Bu kareler daha sonra karton çerçevelere yerleştirilip turistlere İstanbul “slaytları” olarak satılıyordu. Osep Bey Darfilm’e, maliyeti nispeten düşük olan ancak kimyasal yapısı dünya standartlarından farklı olan ORWO filmlerin böyle bir uygulamada iyi sonuç verip vermeyeceğini öğrenmeye gelmişti. Yanıtı kolay verilemeyecek bir soruydu bu. Ona bazı formül kitapları, teknik dokümanlar vs. armağan ettikten sonra, arayı açmadan Ağa Camii Sokak’taki stüdyosunu ziyaret ettim. Beni ilk önce, hanın girişindeki starlet fotoğrafları ile dolu vitrini karşılamıştı. Uçsuz bucaksız stüdyosunu, bana daha önce anlatırken bir türlü hayal edemediğim o tuhaf baskı makinesini hayretle izledim.
Daha sonra Osep Bey, kendisine gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bana bir portremi ikram etmek istediğini söyledi. Işıkların altına oturdum. Usta, devasa bir Linhof kamerayı tekerleklerinin üzerinde sürükleyerek karanlığın içinde kaybolup gitti. Uzaktan bana seslendiğini duydum. “Cem beyciğim, ben hep teleobjektifle uzaktan çekerim. İnsanın burnunun dibine girmeyi sevmem. Hem o zaman müşteri de rahatsız olur, huzuru kaçar, fotoğrafta iyi görünmez.”
O fotoğraf, bakışlarımın karanlık stüdyonun derinliklerinde Osep Bey’in yumuşak, hüzünlü çehresini aradığı o görüntüm, benimle birlikte dünyayı dolaştı. Osep Bey ise, son sıraya ulaşmaya çalışan bir piyonun telaşlı ve yavaş adımları ile, bir satranç tahtasının içinde sıkışıp kaldı.
Gençliğinden çok çocukluğunu, fotoğraf makinelerinden çok beslediği kedileri anlatmayı seven bu adamı tanıyın. Fotoğrafçılığı kitaplardan öğrenebilirsiniz ama “fotoğrafçı olmaya” dair Osep Bey’den öğrenebilecekleriniz, bu formülden, bu harmandan başka hiçbir yerde yok.
Ben, ona minnettarım.
Eylül 2009, İstanbul
The following was written for the book Stüdyo Osep, a parallel publication for the exhibition with the same title by Tayfun Serttaş at Galeri NON, İstanbul, between 14 October – 14 November 2009. I would like to sincerely thank Tayfun Serttaş and Derya Demir, for letting me put into words my deep feelings about “Osep Bey”, one of the most memorable persons I have known in my life.A bit of chemistry, a bit dreamy.
Photography is a peculiar profession. It is an extraordinary mixture, a magical blend. A bit of this, a wisp of that. Some engineering, some painting, an amount of patience, a whole lot of curiosity, a bit of chemistry, a bit dreamy, top it off with stubbornness, to your taste. This hidden formula is finally completed with secret keeping and sharpshooting.
So much has been said about the subconscious of the photographer. From peeping to amnesia, from being the murderer of reality to occultism, from being sinfulness to being a liar, next to being highly praised for writing history and somehow preserving moments to eternity, photographers have been the target of all sorts of greetings and condemnation alike.
Every photographer shapes his/her style with a unique blend, builds his/her body of work accordingly and prints his/her fate. The saying goes that actually every photographer shoots a self-documentary throughout his/her life. Look at the images here with this in mind as well. Although he appears in very few of his photographs which were able to survive, you will immediately see the amazing story of Osep Minasoğlu.
The first real photographers I had met were “Foto” Kenan and his darkroom technician Zühtü at Üsküdar, Doğancılar. During the 40 years that passed since then, I have met with so many others, from the blind Polaroid photographer at Beyazıt Square to Şahin Kaygun, from Josef Koudelka to Juergen Teller, personally witnessing so many different blends. None was a bigger surprise, a bigger life lesson for me than Osep Minasoğlu.
When photographers gather, they -unfortunately- talk mostly about tools, gadgets, techniques and jobs in an effort to out-skill one another. If they had as much technical knowledge, darkroom experience and inventions as Osep Mianasoğlu, I assure you, they would talk even in their sleep and if you ask them the time, they would mention how well they know chemistry as a reply. Osep Bey on the other hand, with his childish modesty I am yet to understand, with his exceptional resignation against his life, a chain of mischieves, silently chose to be swept away at the edge of the indifferent trade, being skilfully shredded despite all his merits.
When I first met him, I was working for a now closed major importer of photographic goods, namely Darfilm company, as technical manager. We used to sell ORWO brand, East German cinematographic films to Yeşilçam, the local movie industry, also providing technical support. Osep Bey had walked into the building at Galatasaray during a lunch break and checking the empty offices had made his way to the 3rd floor, finally meeting me by sheer luck. He told me that he needed information about cine films, being as courteous as he always is. The application he had in mind was unbelievable. I used to come across amazing technical solutions caused by tight budgets especially in the film industry but this was unheard of. Osep was shooting touristic views of İstanbul with colour negative film, splicing individual frames one by one into a carefully registered 35mm strip, further splicing the two ends of the strip into a loop, he would print the images to positive film on a cinematographic printer that he had himself modified for this specific purpose. He then processed the printed film in chemicals he mixed himself. The result was positive transparencies. These images were later mounted into cardboard frames and sold to tourists as “slides” of İstanbul. Osep Bey had come to Darfilm in order to find out if ORWO film stock, considerably cheaper but with a non-standard chemical structure, would yield acceptable results. It was a difficult question indeed. After presenting him formula books, technical sheets etc. I soon visited him at his studio located at Ağa Camii Street, at Beyoğlu. Starlette photographs stacked in a display welcomed me at the gate of the building. I watched with amazement his vast studio, his weird printer I was unable to visualise when he was describing it to me earlier.
He then told me that he would like to offer me a portrait in exchange for the attention I had paid for him. I sat under the lights. The master photographer, towing a huge Linhof camera on its wheels, slowly disappeared in the darkness. I heard him shout from a distance. “Dear Cem bey, I always shoot from far away, using a tele lens. I don’t like being too close, to work under someone’s nose. That makes the client disturbed and uneasy, and that also ruins the picture.”
That photograph, my image where I am depicted trying to catch a glimpse of Osep’s soft, sad face in the depths of the dark studio, travelled the world with me. Alas, Osep himself got trapped inside a chess board, with the uneasy and slow pace of a pawn, striving to reach the final row.
Get to know this man, who likes talking about his childhood rather than his youth, cats he is taking care of rather than his cameras. Books may teach you photography but what you may learn from Osep Minasoğlu on “being a photographer”, you cannot find anywhere else but here, in this formula, in this blend.
I am; myself, grateful to him.
September 2009, İstanbul