Posts Tagged ‘Man Ray’
Selfie Selfie Güzel Selfie
Bilinen en eski sanat eserinin bir “selfie” olduğunu söylemek yanlış olmaz. O günlerden bu güne insan elinden çıkan istisnasız her şeyde onu var eden insandan bir iz olduğunu söylemek de mümkün.
Ara Güler, bir röportajında en ünlü fotoğrafı olan “Allah ve kadınlar” işini eline alıp yüzünün önüne tutarak, “İşte ben,” diyordu. “Yüzümü ne yapacaksınız, beni bununla hatırlayın, ben buyum,” der gibiydi usta.
“İşte ben,” diyerek gölgesinin fotoğrafını sunanlar da çok. Lee Friedlander, Nuri Bilge Ceylan, Aramis Kalay ve başkaları. Bu da oldukça anarşist bir tavır, öyle değil mi? Işık ile kompozisyonun arasına girmek, çalışmana gölge düşürmek.
Eskiden, yeni başlayanlara “Mutlaka güneşi arkana al,” denirdi. Yani, çektiğin her neyse, ki muhtemelen bir başka insandır, böylece bol ışık alsın. Gölge tarafından çekme. Ancak, güneşi arkana alınca, hele sabah erken ya da akşamüstü saatleri ise, gölge uzar ve fotoğrafa girerdi. Yabancılaştırıcı bir etkisi olan bu gölgeye bir beceriksizlik, acemilik gözüyle bakılır, “enayi gölgesi” adı verilirdi. Başka bir deyişle, çekilen fotoğraflarda fotoğrafçının kendisini göstermesi, hatta sadece hissettirmesi bile makbul karşılanmıyordu.
Neden acaba? Bu kadar bireysel bir eylem sırasında neden kendimizi dışarıda bırakmamız bekleniyordu? Herhalde “edep” ile ilgili. Tıpkı kendinden fazla söz etmenin hoş karşılanmaması gibi.
Yıllar geçti ve şimdi, inadına özçekim! Sokaklarda özellikle turistler telefonlarını bir çubuğun ucunda taşıyorlar. Birisi o an arasa, telefonu kulağına denk getirmeye çalışırken yanındakinin gözünü çıkartma pahasına. Fotoğraf upuzun saplı, gerçek bir sihirli aynaya dönüştü. Her köşede telefonunu havaya uzatmış, kendisiyle flört eden, dudaklarını büzen birisi. Satın aldığım son telefonun ön kamerası, pardon selfie kamerası, arkadaki “asıl” kamera ile aynı çözünürlükte. Yakında asıl kamera öndeki olacak herhalde. Bu kamerayla çekilen fotoğraflar da otomatik olarak ayrı bir klasörde toplanıyor, fotoğraf galerisi açıldığında ilk o klasör açılıyor, “selfielerim” jeneriği ile.
Ne değişti?
Eskiden fotoğraf çekebilmek için bir mentorunuz olması gerekiyordu. Size birisinin bu işin raconlarını anlatması gerekiyordu ve yazılı olmayan kurallar belki de böylelikle aktarılıyordu. Oysa bugün mobil cihazlar amatör fotoğraf makinelerinin yerini aldıktan sonra, mentor da ortadan kalktı. Kullanım kılavuzlarından da fazla bir şey beklemeyin. Endüstri her zaman insanların zaaflarını körüklemiş, sonuna kadar suistimal etmiştir. Bu durumda, herkes birbirinin mentoru, rol modeli.
Gerçi, mağara duvarlarına el izleri bırakan insanlara bir başkası yaklaşıp homurdanmamıştır herhalde, “Hiç olmadı, kendi elini değil bir başkasının yüzünü yapıştıracaktın oraya,” manasında.
Zaaf dedik. İz bırakmayı seviyoruz. Buna ihtiyaç duyuyoruz. Yıllar önce Irak’a insan kalkan olarak giden fotoğrafçı arkadaşlarımız, döndüklerinde savaşın eşiğindeki Bağdatlıların, tahminlerin aksine, fotoğraflarının çekilmesini ısrarla talep ettiklerini anlatmışlardı. O kadar ki, yanlarında götürdükleri film miktarı sınırlı olduğundan kimi zaman çekiyormuş gibi yapmak zorunda kalmışlardı. Takip eden günlerde hayatta kalacağından emin olmayan insanların bir yabancının çektiği fotoğraflarda da olsa, cılız da olsa, kendisi o fotoğrafı asla göremeyecek ve sahip olamayacak da olsa, herhangi bir iz bırakma çabasıydı bu.
Bir fotoğrafta görünme isteği çocuklarda da oldum olası güçlüdür. Belki hızla değiştiklerinden, belki henüz hayatın acemisi olduklarından ve işgal ettikleri daha doğrusu kendilerine biçilen kimliği iyice anlamak, bir performans değerlendirmesi yapmak istediklerinden.
Bu çaba tabii ki yıllar geçtikçe karmaşıklaşan gündem ile birlikte zihnimizde arkalara atılsa da, hiç bitmez. Kim olduğumuzu her zaman merak eder, her fırsatta, asansör aynalarıyla, yeni tanıştığımız insanlarda yarattığımız ve delice merak ettiğimiz izlenimle, tezgahtarların bize yakıştırdığı kıyafetlerle bile sağlamasını yaparız.
Galiba çoğu kez de düşkırıklığı yaşarız. Tıpkı filmi çekilen romanlar gibi. Otoportre ise kendi uyarlamamızı çekme fırsatını, hem de memnuniyet garantisi ile veriyor bize.
Sanatçılar bunun çoktan farkındaydılar. Sanatçının anlatacak hiçbir şeyi kalmasa bile en azından kendisi vardır ve bazı sanatçılar zaten sadece kendilerinden söz etmiş, bazı fotoğrafçılar ömür boyu sadece kendilerini görüntülemişlerdir.
Nitekim kendinden söz etme hakkı, edepsizlik muafiyeti, önemli bir ayrıcalık olarak sadece sanatçılara verilir. Zira sanatçılar, bizim yerimize, bizmişiz gibi kendilerinden bahsederler. Kendilerinden söz eder, kimi zaman da kendilerinden söz ediyormuş gibi yaparken, aslında bizden söz eder, bizim sözcümüz olurlar. Yoksa niye “ben” diye başlayan şarkılar hit olsun, klasikleşsin? Bağıra çağıra kendisinden ve sevgilisiyle yaşadığı sorunlardan ya da hadi neyse, kusursuz aşklarından bahseden şarkıcılar baştacı edilsin, hikayeleri müzik videoları halinde her yerde karşımıza çıksın?
Fotoğrafta da, cep telefonları ile başladığı düşünülse de, gerçekte hatırı sayılır bir selfie geleneği var. Yukarıda saydığım gölgecilere ek olarak tabii ki fotoğraflarında binbir kılığa, binbir kimliğe giren Cindy Sherman’dan, kısa ömründe en çok kendisi ile uğraşan Francesca Woodman’ın dokunaklı karelerinden, bir türlü kim olduğuna karar veremeyen Yasumasa Morimura’dan ve hatta Man Ray’den, son yıllarda Picasso, Andy Warhol, Salvador Dali gibi ünlü sanatçıların kimliğine girdiği işlerine sık sık bir yenisini ekleyen Genco Gülan’dan söz etmeliyiz.
Bir sanatçının selfie ya da Türkçesiyle özçekim yapması elbette birçok bakımdan daha farklı. Oyuncular, mutlaka biraz narsist, biraz teşhirci olmak zorundadır. Bunu ben kendilerinden duydum. Mahçup birisinin sahnede ne işi olabilir? Tragedyalar döneminin maskeli oyuncuları hariç tabii. Holywood’un kanun kaçağı palyaço klişesinde olduğu gibi, kimliğinizi gizleyebildiğiniz sürece orta yerde olmak belki de en iyi saklanma stratejisidir.
Örneğin benim gibi müzmin Cindy Sherman hayranları onun çehresini, fotoğraflardaki hallerini, oturmasını, kalkmasını, farklı saç modellerini, kısacası onu ezbere biliriz. Peki onun kim olduğu hakkında gerçek bir fikrimiz var mı? Acaba onunla tatile çıkmak nasıldır? Cimri midir, cömert midir? Uykusunda kötü rüyalar görür ve uyandığında nemrut mu olur? Mizacı nasıldır? Kolay öfkelenir mi? Şakacı mıdır? Gerçekten de güzel midir? Vücudunda sevmediği, dolayısıyla fotoğraflarında gizlediği bir yeri var mıdır?
Şimdi bu ve benzeri soruları sadece fotoğraflarda gördüğümüz insanların tümü için soralım. İster özçekim olsun ister başkasından rica edilmiş olsun, öznenin kontrolu altında çekilmiş olan tüm portrelerin aslında onun kendisine dair tahayyülünü ortaya koyma niyetiyle üretilmiş olduğunu görürüz.
Kısacası, her insan için kendisi ömür boyu süren bir sahne performansının yıldızıdır ve kulis aslında bambaşkadır. Sahnede akan oyun çoğu zaman yanıltıcıdır. Ama oynanan oyunun inandırıcı olabilmesi için, oyuncunun içine girdiği kimliğe önce kendisinin inanması gerekir. (Bakın bunu da oyunculardan öğrendim.) Bu yüzden kimse kuliste fotoğraf çekilsin istemez ve hayat karşıdan, sopanın ucundan nasıl göründüğüne bakılarak kurgulanır.
İyi görünmekte de yarar var, zira selfie sopası da olsa, sopa sopadır ve bakarsınız bir gün sırtınıza iniverir.
Orhan Cem Çetin, Ekim 2015
Bu yazı, FotoAtlas Kış 2015 sayısından derginin izni ile alınmıştır.
Ödülüme Sahip Olabilirsin Ama Kuşkularıma Asla

Öpücük / The Kiss; Man Ray, 1922 (Rayograph / İzdüşüm Baskı)
Geçenlerde, hepinizin çok iyi bildiği saygın bir dergi benden manipülasyon hakkında bir yazı istedi. Ben de özene bezene aşağıdaki yazıyı kaleme alıp teslim ettim. Ancak birkaç gün sonra, bir cümleyi ceza riski yarattığı için değiştirmem gerektiği bilgisi geldi. Ben de yazıyı geri çektim ve bu sayede sizlerle yaklaşık bir buçuk ay erken paylaşıyorum. Bakalım o cümleyi bulabilecek misiniz. İyi okumalar.
Antik Yunan’da fotoğraf olsaydı, bizim çevrelerde mağarası ile tanınan ünlü düşünür Eflatun tüm yarışma jürilerine davet edilir, YUFSAD’a başkan seçilir, panellerde dil dökmekten düşünmeye fırsat bulamazdı, eminim.
Bir yandan da için için dertlenirdi herhalde “Asıl mesele mağara değil,” diye.
Eflatun, fotoğraf ve gerçeklik tartışmalarında mutlaka ortaya atılan malum mağara benzetmesinde duvardaki gölgeleri, hayalleri gerçeğin ta kendisi zanneden bizlerden söz ederken konuyu “idea” ve “ideal” kavramlarına getirme niyetinde olduğu halde, biz fotoğrafçılar bu analojide “gerçek” ve “gerçeklik” meselesine takılıp kalıyoruz. Dışarıda, bizim dışımızda cereyan eden bir gerçeklik var. Bu gerçekliğe sırtımızı dönüp, karşımızdaki duvara, burada belirip kaybolan “algılanabilir”, dolayısıyla fotoğraflanabilir ikinci el gerçekliğe bakıyoruz. Bakmakla da kalmıyoruz ve madem ki fotoğraflanabiliyor, hemen fotoğraflıyoruz.
Ne var ki, fotoğraf ortaya çıktığında sorunlar da başgösteriyor. Elimizdeki fotoğraf bir temsil, evet, ama acaba neyin temsili? Duvarda kımıldanmaya devam eden hayallerin mi? Mağara modeline göre asla görme, bırakın görmeyi, dönüp bakma (hatta dönüp bakmayı akıl etme) şansımız olmayan o asıl, en hakiki öz gerçeğin mi yoksa fotoğrafı çektiğimiz sırada gölgelerin duvardaki o anlık halinden hatırlayabildiklerimizin mi temsili?
Bütün bunlar bir yana, arkamızda duran muzip bir ergen tam fotoğrafı çekeceğimiz sırada ellerini havaya kaldırıp duvarda bir at kafası silüeti oluşturmuşsa, bizim temsil festivallerden diskalifiye edilebilir mi?
Nitekim, gün geçmiyor ki ortalık manipülasyon haberleri ile çalkalanmasın. Belki de bu yazıya vesile olmuş olan son büyük skandal haberi (Şubat – Mart 2015) pek prestijli World Press Photo ödüllerinden geldi. Manipülasyon nedeniyle elenen finalistler mi istersiniz, geri alınan ödüller mi? Açıklamalar, tartışmalar birbirini kovalıyor. Bir kez daha manipülasyonun ne olduğu, ne kadarının, nasılının kırmızı çizgiyi oluşturacağı konuşuluyor, karara bağlanmaya çalışılıyor.
Tıpkı, “Her akşam bir kadeh kırmızı şarap iç. Kan yapar, iyidir, ama bundan fazlası aksine zararlıdır, karaciğeri bozar, beyin hücrelerine hasar verir,” diyen hekimin edasıyla, fotoğraf otoriteleri beyanat veriyor.
Bu noktada aklıma takılan birkaç konu var. Birincisi, söz konusu skandalların nedense hep yarışmalar, ödüller, ünvanlar gündeme geldiğinde açığa çıkması. Oysa aynı fotoğraflar yarışmaksızın dolaşıma girdiklerinde kimsenin sesi çıkmıyor. O zaman şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Bu işlerin, bu görüntülerin işlevi iddia edildiği gibi tarih yazmak, tanıklık etmek, geleceğe bilgi, belge bırakmak mı, yoksa yarışmak mı? Aynı hafiyelik, fotoğrafların gündelik kullanımında, servis edildikleri noktalarda neden aynı hassasiyetle devreye girmiyor? Demek ki, bilmeden bir sürü yalana kanıyoruz, sadece bir ödüle talip olmadıkları için.
Madem her kafadan bir ses çıkıyor, ben de koroya katılayım.
Manipülasyon tam olarak ne demek? Bana kalırsa, bir fotoğrafın orasını burasını çekiştirmeye sıra gelmeden önce, manipülasyon bir insanın belli bir şekilde düşünmeye itilmesi demektir. Bunu fotoğraflarla yapmanın da türlü yolları var. Esasen bunların büyük bölümünü zaten bilmeyen yok. Fotoğrafı şuradan değil de buradan çekmek, şimdi değil de az önce ya da sonra çekmek, şu objektifi değil de bu objektifi kullanmak vs. vs.
Hatta bir ağabeyimizin deyimiyle bu “hergelelikler” derslerde öğretiliyor, yapın diye. E, o halde, zaten olan olmuş demek değil mi? Ayrıca, biz bunları yapıyoruz diye fotoğraflara bakanlar hemen o anda bizim beklediğimiz gibi mi düşünmeye başlıyorlar? Biz onları ittik diye, hemen o tarafa doğru mu meylediyorlar?
Ah keşke bu kadar kolay olsaydı. Özellikle sanatçılar için büyük bir müjde olurdu bu. Düşünsenize, (“düşünsenize” dediğime göre sizi şu anda manipüle ediyorum, haberiniz olsun) evet, düşünsenize, fotoğrafta oldum olası bizi üzen müphemlik ortadan kalkıyor. Birkaç dokunuşla, ona bakan herkesin aklından neler geçeceğini kontrol altına alabiliyoruz. Sadece düşüncelerini şekillendirmekle kalmıyoruz, davranışlarının, tutumlarının dizginlerini de elimize alıyoruz. Dedim ya, ah, keşke.
Jurassic Park filmini vizyona girdiği hafta Londra’da bir sinemada izlediğim günü hatırlıyorum. Kendi kendime yemin etmiştim, bundan böyle izleyeceğim hiçbir haber filmine inanmayacağım diye. Ve inanmadım da. Aynısı fotoğraflar için de geçerli uzunca bir süredir. Ne kadar uzun bir süre? Ocak 1839’dan bu yana diyebiliriz.
Manipülasyon olsun mu, olmasın mı, ne kadar olsun, neler yaptığımızda sayılsın, neler sayılmasın? Bu tartışmalar bitmeyecek gibi görünüyor. Zira yanlış temel üzerinde inşa edilmiş, döngüselliğe mahkum tartışmalar. Bana kalırsa, gözardı edilen nokta, fotoğrafın bir temsil olması, üstelik yukarıda karikatürize ederek ifade etmeye çalıştığım gibi neyin temsili olduğunun da esasen pek belirgin olmaması nedeniyle, onun, yani fotoğrafın manipülasyonun ta kendisi oluşudur. Bu önermenin sağlamasını yapmaya çalışacağım:
Eğer manipülasyon insanların belli bir şekilde düşünmeye itilmesi ise, en basitinden (pizza siparişi vermek) en karmaşığına kadar (uzaya insanlığı tarif eden zaman kapsülü göndermek), iletişimin doğrudan doğruya manipülasyon olduğunu, manipülasyon içermek zorunda olduğunu söylemek mümkün. Fotoğraf da bir iletişim aracı olduğuna göre, yine aynı noktaya varıyoruz.
Özetle, kainatı algıladığımız kadarıyla anlayabilir ve anlayabildiğimiz kadarıyla anlatabiliriz. Oysa kainat ne anlayabildiklerimizden ne de anlatabildiklerimizden ibaret değilmiş gibi görünüyor. O halde, kendimizi ifade etme çabalarımız yetersiz, öznel ve kusurlu olmaktan asla kurtulamayacaktır. Ürettiğimiz fotoğraflar da tüm yöntem ve halleri ile buna dahildir.
Orhan Cem Çetin, Mart 2015
Bilinç mi, yoksa rüya mı daha kıymetlidir?
FotoAtlas’ın Sonbahar 2014 sayısında yer alan yazım, derginin izni ile aşağıdadır. İyi okumalar.
İnsanın ürettiği yazı gibi, resim gibi, dans gibi tüm iletişim yöntemlerinin farklı kategorilerde ele alınabilecek işlevleri var. Fotoğraf da bu yöntemlerden biri ve fotoğraf için de aynısı geçerli. Gel gelelim, örneğin resim ya da heykel ya da yazının binlerce yıllık geçmişi varken fotoğrafla geçirdiğimiz süre henüz 200 yıl bile değil. Bu yüzden, çok daha uzun süredir kullandığımız diller hakkında daha büyük bir külliyat ve daha olgun düşüncelerimiz varken, fotoğrafa dair düşüncelerimiz henüz yeterince berrak değil.
Bu yazı, bir sanat dalı olarak fotoğrafı ele alıyor. Örneğin böyle bir yazıyı resim hakkında yazmak kimsenin aklına gelmezdi. Ya da, “Yazının sanat hâli: Edebiyat” başlıklı bir makaleyi kimse kaleme almazdı, buna ihtiyaç duymazdı. Ancak gördüğünüz gibi, fotoğraf için böyle bir yazı yazılabiliyor. Demek ki fotoğrafın işlevlerini henüz yeterince ayrıştırabilmiş değiliz. Bu ayrıştırmayı yapamayışımızın bir nedeni de farklı işlevler için üretilmiş olan fotoğrafların aşırı derecede birbirine benzemesi, dolayısıyla görünüşlerinin doğrudan kategorilerini ele vermiyor olmasıdır.
Oysa bir roman ile bir mahkeme tutanağını, bir karikatür ile bir mimari çizimi kolayca ayırt edebiliriz. Böylece ilk anda bağlamın önemli bir katmanı oluşur ve karşımızdaki çalışmanın bir yapıt mı, tümüyle işlevsel bir çalışma mı, geçici bir kayıt mı, iddiasız bir karalama mı olduğunu anlar, onunla ilişkimize bu kabul ile başlarız.
Fotoğrafta ise bu çoğu kez mümkün olmuyor. Erken dönemde, henüz sadece kıpırdamayan şeylerin fotoğrafı üretilebilirken, bu yeni teknolojinin belge oluşturma potansiyeli ancak sezilebiliyorken, ilk fotoğrafçılar birer sanatçı olduklarını kanıtlama çabasına giriştiler. Öyle ya, onlar da aslında bir tür resim yapıyorlardı. Bunun için, klasik resimleri, onların temalarını, mitolojik sahneleri, resim estetiğini kopyalama yoluna gittiler. Ancak bu yeterli olmadı. Resimler, ressamların hayal dünyalarını, gerçekliğe dair yorumlarını yansıtırken fotoğraflar gerçekliğin kuru, mekanik, kolay elde edilmiş birer kopyasıydı.
Bu bakış açısının yakın tarihe kadar, hatta belki bugün bile bir ölçüde geçerli olduğu söylenebilir. Fotoğrafın esasen bir sanat olmadığı, olamayacağı savı genelde bu gerekçeye dayandırılır.
Öte yanda, özellikle günümüzde fotoğrafın (ve türevi olan videonun) çok güçlü gerçeklik imâsı, kolay paylaşılabilirliği, çok yüksek düzeydeki tutum değiştirme yeteneği onu vazgeçilmez bir iletişim aracı haline getirmiştir.
Elinizde tuttuğunuz dergide de vücut bulan bu işlev, yani gerçekliğin olabildiğince “objektif” bir biçimde dokümantasyonu / yeniden sunumu, sanatın temel kavramları ile çelişir. Zira sanatın, en azından günümüzde, gerçekliği olanca sadakatıyla yeniden üretmek gibi bir iddiası olamaz. Sanat metafor içerir. Kurmaca içerir. Gerçekliği dönüştürür, bireysel izlenimlerin kusurlu dünyasına çeker. Daha da ileri giderek sanatın çoğu kez külliyen yalan olduğu bile söylenebilir; ama Picasso’nun dediği gibi, bizi gerçeğe, hakikate yaklaştıran bir yalan!
Yine günümüzde, sanatçıların giderek daha politik, daha ideolojik çalışmalar yapma eğilimi taşıması, birer araştırmacı, sosyal bilimci, düşünür gibi davranıyor olması, en başta söz ettiğim ayrımı güçleştirmektedir. Fotoğrafa dönmek için bir örnek vermek gerekirse, belgesel fotoğrafın kalelerinden Magnum Photos üyelerinden Martin Parr, son yıllarda kendisini fotoğrafçıdan ziyade bir antropolog olarak tanımlamaktadır.
Fotoğrafın kendisine bakarak gerçekliği tanımlama iddiası taşıyan bir belge mi yoksa bu iddiadan uzak, bireysel yorum ve kurgu içeren bir yapıt mı olduğunu anlamanın olanaksızlığından yukarıda söz etmiştim. Eğer bu bir sorun ise, en kestirme çözüm bu sorunu görmezden gelmek ve ayrım yapmayıvermek olabilir.
Ne var ki, bu yola gittiğimizde de çalışmanın doğru okunması neredeyse olanaksızlaşıyor ve belki de mecrasını, bağlamını bulma şansı ortadan kalkıyor.
Özellikle 20 yy. başlarından itibaren, Ansel Adams, Edward Weston, Alfred Stieglitz, Man Ray gibi efsaneleşmiş fotoğrafçılar, fotoğrafın kendi içinde saklı olan estetik değerleri ve gerçeklik yanılsamasına dayalı yorum potansiyelini açığa çıkartmaya çalıştılar. Bunu başardılar da. Günümüzde aynı çizgide çalışmalar devam ediyor birçok fotoğrafçı kendisine “malzemesi fotoğraf olan sanatçı” denmesini tercih ediyor. Zira, örneğin çağdaş sanatçılar Andreas Gursky, Taryn Simon veya Wolfgang Tillmans’ın yapıtlarına bakıldığında bu işlerin birer dokümantasyon hatta hatıra fotoğrafı olduğunu düşünmek işten bile değil.
Çözüm fotoğrafın görsel niteliklerinde ve içeriğinde olmadığına göre, geriye beyan, mecra ve izleyici deneyimi kalıyor. Yani, fotoğrafçının çalışmasını ortaya çıkartırken, bunun bir belge olduğunu, haber ya da bilgi değeri taşıdığını, tarih yazdığını vs. dile getirmesi, ya da tam tersine, eldeki çalışmanın bir yapıt olduğunu, yüzeydeki, görünürdeki gerçekliğin olduğu gibi okunmaması gerektiğini, bu çalışmanın bir bilgi değil fikir, yorum değeri taşıdığını beyan etmesi gibi. Bu beyan açık seçik de olabiliyor, ima da edilebiliyor.
Söz konusu beyanın ima edilme yollarından biri, belki de en önemlisi, mecra. Fotoğraf nerede sergileniyor? Bir galeride mi? Bir dergide mi? Sokakta, bir afişte mi? Esasen mecra, fotoğrafları kategorize etmenin en temel yolu. Bir fotoğraf ile nerede karşılaştığımız, onunla nasıl bir iletişime geçeceğimizi belirleyen bir diğer temel nokta.
Ama bu süreçte matador, izleyici. Ben yapıtın izleyicinin zihninde oluştuğuna inananlardanım. Bağlam oluştuktan sonra, fotoğrafçı kontrolu ister istemez izleyiciye devrediyor ve o da kendisine sunulanlardan dilediği kadarını alıp kendi yorumu ile birlikte kişisel deneyimini oluşturuyor. Fotoğraf o noktada izleyicinin nezdinde, öngörülenden tümüyle farklı bir kategoriye ya da algı çerçevesine yerleşebilir.
Başta da söylediğim gibi, günün birinde bu tartışmayı ya da değerlendirmeyi yapma ihtiyacımızın kalmayacağını bir kez daha hatırlatmak isterim. O gün geldiğinde, fotoğrafın tek bir işlevi olmadığını, zira onu yapan fotoğrafçının, yani insanın tek boyutlu bir aklının olmadığını, benzer şekilde izleyicinin de edilgin, kendisine verilenle yetinmek zorunda olan bir birey değil, aksine katılımcı, üretken, iletişim ya da sanat sürecinin son ve belki de en önemli parçası olduğunu biliyor olacağız.
Şunu da biliyor olacağız: Sanatçı olmak bir paye ya da mertebe değil, sadece bir davranış biçimidir ve belgesel fotoğraf ile sanat olan fotoğraf arasında bir kıymet dengesi yoktur. Olsa olsa, kendi içlerinde kıymetli ya da daha az kıymetli üretimler olabilir.
Özet mahiyetinde, şöyle bir soru sorarak bitirelim:
Sizce bilinç mi daha kıymetlidir, rüya mı?
Orhan Cem Çetin, Eylül 2014