Posts Tagged ‘Polaroid’
İstanbul’un Fosilleri // Fossils of Istanbul
İstanbul’un zeminine yapışıp fosilleşmiş çöplerin kendilerinden daha ömürsüz Polaroid transfer kopyalarının kopyalarıdır. (1994)
Polaroid transfer copies of copies of trash, stuck and fossilized on Istanbul’s surface, which are much less durable than what they depict. (1994)
- Kola kutusu / Cola can
- Pet şişe / Plastic bottle
- 2000 paketi / 2000 pack
- Ayakkabı / Shoe
- Deterjan topu / Detergent ball
- Seçim bayrağı / Election flag
(2 Ekim – 15 Kasım 2018 tarihleri arasında Evin Sanat Galerisi‘nde izlenen, küratörlüğünü Eda Yiğit’in yaptığı solo sergim Sahne Arkası‘nı oluşturan işleri paylaşmaya devam ediyorum.)
I continue to share works from my latest solo Backstage at Evin Art Gallery, curated by Eda Yiğit between 2 October – 15 November 2018)
Ayak6 18 yıl sonra Evin’de. // Ayak6 is now at Evin 18 years after it was first performed.

Ayak6 / Orhan Cem Çetin / 2018
İlk kez 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sanat Bayramı sırasında iki farklı noktada gerçekleştirdiğim, asfalt yol üzerine Polaroid T59 emülsiyon transferi eylemini 2 Ekim akşamı Evin Sanat Galerisi‘nde, Sahne Arkası başlıklı sergimizin açılışında tekrarladık. Kullandığımız fotoğraf da yine 2000 yılında, Maslak’taki stüdyom Hezarfen Fotografya’da Sinar F2 ile çektiğim, ilk eylemde kullandığım fotoğrafla aynı seriden 4×5″ boyutunda bir Polaroid T59 idi. Fotoğrafta tabii ki Figen Evren oynamıştı. Bu iş de ilki gibi kısa sürede yok olacak, zira galerinin zeminine uygulandı. 3 Kasım 2018’e kadar, geriye ne kaldıysa görebilirsiniz. Neyse ki görecek, dinleyecek ve okuyacak başka şeyler de var.
Bu yazının orijinali acaba şu anda nerede?
İstanbul Art News Eylül 2014 sayısında Sinem Yörük’ün “fotoğafta sahtecilik” konusunda hazırladığı kapsamlı dosyasına eşlik eden yazım. İyi okumalar.

Bir sahte Orhan Cem Çetin!
Fotoğraf, aşamalı bir süreç olduğundan “orijinal” kavramı da yani hangi aşamadaki ürünün orijinal kabul edilebileceği her dönemde tartışmalı bir konu olmuştur. Belki Daguerreotype, Polaroid ya da kamerada pozlanan Cibachrome gibi direkt-pozitif, çoğaltılamayan, tek aşamalı baskı yöntemleri bunun dışında tutulabilir ama böyle tekniklerin sayısı çok az.
Tabii orijinale neden ulaşmak istediğimiz de önemli zira bu, hangi aşamada karar kılacağımızı etkileyebiliyor.
Deneyimli bir fotoğrafçı olmama karşın benim kafam bu konuda karışık ve her geçen gün daha da karışıyor. Bir zamanlar baskılarına sınırlı edisyon garantisi verebilmek için şahitler huzurunda negatiflerini tahrip eden fotoğrafçılar olduğunu hatırlıyorum. Ama şunu da hatırlıyorum ki, çocukluk yıllarımda tanıştığım ilk fotoğrafçılar çoğunlukla vesikalık ve aile portresi çeken semt fotoğrafçılarıydı ve asla negatiflerini müşterilerine vermezlerdi. Zira negatif arşivleri onlara tekrar tekrar iş yaratırdı. Hatta son yıllarda bu sayede önemli sergiler de mümkün oldu, biliyorsunuz. Kısacası negatif sermaye demekti, miras demekti. Neredeyse kutsaldı. Hala öyle.
Bu durumda orijinal negatif. Çok net. Ama negatif kendi başına bir fotoğraf değil. Bir fotoğraf üretme potansiyeli yalnızca. Kendi başına olsa olsa mali veya manevi hak sahibinin kim olduğunu kanıtlamaya yarayabilir ve tek başına kullanılabilecek bir format da değildir. Ancak baskı yapıldığında bir fotoğraftan söz edebiliriz. Örneğin Vivian Maier vakasına bu gözle bakacak olursak, durum hayli karışık.
Geçmişte özellikle basın ve reklam fotoğrafçılarının tercih ettiği diapozitif filmlerin de durumu bir muamma. Polaroid gibi birinci nesil, direkt-pozitif bir görüntü olmasına karşın, saydam ve küçük boyutlu olan diapozitif tıpkı negatif gibi, bir ara aşama olarak kullanılmıştır. Yanılmıyorsam 2005 yılında Steve McCurry İstanbul’u ziyaret etmiş ve Bilgi Üniversitesi’nde bir sunum yapmıştı. Bilgisayardan projeksiyon yapnak yerine, bir Kodak Carousel kullanarak fotoğraflarını doğrudan doğruya 35mm diapozitiflerden gösterdi. Fotoğraflarının gerçek renklerini, keskinliğini de gördük bu sayede diye düşündük. Ünlü “Afgan Kızı” da bu fotoğrafların en başındaydı haliyle. Soru-yanıt bölümünde ben kendisine “Az önce Afgan Kızı fotoğrafının orijinalini mi gördük?” diye sordum. McCurry gülümseyerek, “Tabii ki hayır,” dedi. “Gösterdiğim diaların tümü duplicate (yani dianın diası; iyi birer kopya). Orijinaller National Geographic arşivinden çıkmaz.”
Ben bu soruyu başka bir nedenle sormuştum. Bizi çok etkileyen fotoğrafların; sadece fotoğrafların değil, bir çok yapıtın orijinali ile çoğu kez karşılaşmayız. Yine de onlar hayatımızı kökten değiştirebilir, bizi biz hatta bir başkası yapabilir. Yani sanatın üzerimizdeki şiddetli etkisi çoğu kez kopyalar yoluyla gerçekleşir. Kitap sayfalarındaki, afişlerdeki, katpostallardaki, film sahnelerindeki sorunlu, eksik, cılız temsiller. Bu etkilenmenin şiddeti ve içeriği yapıtın ta kendisi karşısında mutlaka kat be kat artıyor ama kopyaların, röprodüksiyonların gücünü de yabana atmamak gerek. O gün McCurry bile, kendisinden daha ünlü olan fotoğrafının kopyasını bize esas şey niyetine göstermişti ve herkes de perdedeki görüntüyü bu aura ile izlemişti.
Oysa ayağımıza kadar gelen diapozitif, ikinci nesildi. Aslında belki de bu vakada orijinal, söz konusu fotoğrafın ilk kez kullanıldığı dergi kapağı, yani oldukça yüksek tirajlı bir ofset baskı olmalı. Diapozitif ise, çalışmanın kalıbı olarak, olası yeni kullanımlar için saklanıyor. Bizim mahalle fotoğrafçısının tavrından çok farklı değil.
David Hockney’nin, siyah boya kullanarak yaptığı bazı desenleri CMYK matbaa kalıplarına paylaştırıp ürettiği, yapıtın ancak matbaada 4 renk baskı tamamlandığında ortaya çıktığını hatırlayalım. Bu durumda orijinal nerede? Kaç edisyon basılmış oluyor? Bir kitabın sayfalarını bu durumda orijinal bir yapıt olarak kabul edebilir miyiz?
Fotoğrafın, özellikle de Talbot tarafından geliştirilen negatif-pozitif yöntemin heyecan yaratmasının önemli bir nedeni, tek bir negatiften sınırsızca özdeş kopyalar üretilebilecek olmasıydı.
Tıpkı matbaanın bulunması gibi, görsel kültürü, bireysel deneyimi paylaşıma açan, çoğaltan, yayan, demokratikleştiren, herkes için erişilebilir hale getiren devrim niteliğinde bir buluş.
Gelgelelim, sanat alanına girince karşımıza dikilen “biriciklik” meselesini ne yapacağız? Zira auranın önkoşulu olan biriciklik, nadir olma hali, fotoğrafın doğasına, ruhuna aykırı.
Fotoğraf bir belge olarak dolaşıma girdiğinde sorun daha doğrusu söz ettiğim çelişki hafifliyor. Zira bir fotoğrafa sahip olmak istediğinizde, onun tanımlı ve sınırlı koşullar altındaki kullanım hakkını satın almış oluyorsunuz. Size, kullanım amacınıza ve ödediğiniz bedele göre niteliği belirlenen bir kopya geliyor. Siparişinizi de muhtemelen daha kötü bir kopyaya bakarak veriyorsunuz. (Modern toplum için bu büyük bir sorun değil. Satınalma süreci zaten böyle işliyor. Bir yolculuğu bile fotoğrafına bakarak satın alıyor, ürünle ancak ona sahip olduktan sonra karşılaşıyoruz.) Belgesel fotoğraf üreten ajans ve bireyler böyle çalışıyorlar.
Sanatçı iseniz, durum öylesine çapraşık ki (Sanatçı tavrına giren belgeselcilerin durumuna hiç girmeyeceğim). Sanatçı olduğunuzda yukarıdaki yöntemi kullanamıyorsunuz zira sizin satışa çıkarttığınız “şey” kullanım hakkı değil. Sanat ve kullanım sözcükleri zaten birarada iyi durmuyor. Siz fotoğrafı bir görüntü değil, dediğim gibi, bir hak değil, deneyim yaratan bir nesne olarak sunduğunuzdan, tıpkı diğer plastik yapıtlar gibi mevcudiyetini sınırlamanız gerekiyor. Bu zaten herkesçe malum. Ama bu tutum kendi içinde yeni sorunlar doğuruyor.
Örneğin, mevcut edisyonları erişilebilir olmayan ya da sigortalanarak ve gümrükten geçerek yer değiştirmesi hem külfet hem maliyet yaratan büyük parçaların uzak mekanlarda sergilenmesi söz konusu olduğunda, nasıl olsa fotoğraf ya, sergileneceği kentte bir kopya üretiliyor ve o sergileniyor. Teleportasyon gibi! Sergilenen baskının edisyon olmadığı, sadece sergileme amacıyla üretildiği, hatta sergi bitince imha edileceği de belirtiliyor. Özellikle enstelasyonların yıllar sonra farklı mekanlar için yeniden üretildiğini görüyoruz. Başka bir yolu da yok zaten. Ama fotoğrafın durumu farklı. Bu talihsiz baskının, edisyon yani orijinal olduğu söylenen diğer baskılardan en ufak bir farkı yok. Tümüyle özdeş. Bir klon. O nedenle de ömrü kısa ve satılık da değil (Belki kiralanabilir, şu anda aklıma geldi).
Peki ya bu klonlar imha edilmiyorsa? Gizlice bir yerlerde yaşatılıyorsa? Baskıyı yapan kurum bir tane de kendi duvarı için üretiyorsa ne olacak? Hiç önemli değil, zira sertifikası yok. Sanatçı tarafından reddedilmiş, kimliksiz bir evlat o.
Sanatçının çok mu hoşuna gidiyor sanki bu? Kendi işinizin sahtesini üretmiş durumuna düşüyorsunuz ve imha etmek de doğrusu hiç içinizden gelmiyor.
Başıma geldi. Elimde bir hayli sahte Orhan Cem Çetin var; bir kısmını da bizzat ben bastım üstelik. Gerçi sorun değil, benden başka bakan da yok onlara nasıl olsa.
Orhan Cem Çetin
Ağustos 2014
Üçüncü gözünüzün nerenizde olmasını isterdiniz?
(Artful Living Haziran 2014)
![[bu bir kaza değildi.] 'accident', Fine art baskı ve el yazısı, 90x90 cm, 2013 © Cemre Yeşil](https://orhancemcetin.files.wordpress.com/2014/07/2737-5036b.jpg?w=700)
[bu bir kaza değildi.] ‘accident’, Fine art baskı ve el yazısı, 90×90 cm, 2013 © Cemre Yeşil
Belki ne onu, ne de beni tanımıyorsunuz ama biz birbirimizi çok iyi biliyoruz. Yakınlarda bana dair bir kitap yaptı. Çocuklarımdan sonra bana verilmiş en güzel hediye. “Orhan Cem Çetin benim evim oldu fotoğrafa başladığımdan beri.” diye yazmış kitabın sunuş yazısında. Aynı analojiyi sürdürecek olsam ben ne derdim acaba diye düşünüyorum. Şöyle desem: Cemre de benim pencerem oldu, kâh dışarıyı kâh kendi suretimi gösterdi bana, dışarısı karanlık olduğunda.
Bu yazının, Cemre’nin kısa süre önce Daire Galeri’de açılan sergisi hakkında olması gerekiyor ama ne mümkün. Belki de bu yazının benden istenmesi bir hataydı zira algımı daraltıp sadece ‘This was / Bak bu’ hakkında konuşmam gerçekten zor. Cemre hakkında önyargısız olmamın çok zor olduğu gibi. Ne de olsa birlikte büyüdük.
Açılışta öğrencilerim vardı. Bazıları aynı anda Cemre’nin de öğrencileri. “Hocam sergiyi nasıl buldunuz?” diye sordular. Ben gülümseyerek, “Cemre ne yaparsa güzel yapar,” diye yanıtladım. İşte bu kadar önyargılıyım.
Sergideki işleri ilk görenlerden oldum. Sınırlı sayıda basılmış bir çeşit kitap, bir derleme halindeydi. Kitabı oluşturan formalar daha önce -ister inanın ister inanmayın- paftalar halinde, Londra’da bir lokantada masa örtüsü halinde sergilenmişti. Çok etkilendim. Bu işi Türkiye’de de sergilemek niyetinde olduğunu ve fotoğraflara eşlik eden notları benim Türkçeleştirmemi istediğini söyledi.
Benim bir mesleğim de çevirmenliktir. Hani, bir insanı iyi tanımak istiyorsan onunla yolculuğa çık derler ya, ben de çevirmenlikten şunu öğrendim: Bir metni iyi anlamak, gerçekten kavramak istiyorsan, onu başka bir dile çevir.
Cemre’nin hayatı hayat yapan irili ufaklı idrak anlarında aldığı notlardan oluşan ve her biri zaten birer cümlecik, birer andaç, birer madalyon olan fotoğraflarına dair İngilizce notlarını sergi künyeleri için Türkçeleştirirken, onu iyiden iyiye anladım, kavradım.
Kavrayışım bana şunu gösterdi: Cemre’de benim için sürpriz yoktu. Zaten bildiğim gibiydi ve fotoğraf çekmek, sanatta yetkinleşmek, sergi yapmak için yaşamıyordu. Yaşadığı için ve bunu öylesine yapmadığı, hayatı tüm tatlarıyla sofrasına koyduğu, bizleri de bu sofraya buyur ettiği için fotoğraf çekiyordu.
Onu tanıdığımdan beri yükselen bilgeliği büyük bir çiçek açmış, içinden muazzam bir şiir çıkmıştı.
Ahu Antmen, sergi kataloğunda yer alan makale zenginliğindeki sunuş metninde, Cemre’nin fotoğrafçılığını kusursuz biçimde konumlandırıyor ve özellikle kurmaca fotoğraf ile tanıklığa dayalı fotoğraf arasında bir ayrım yaptıktan sonra, serginin bu iki tutumu birleştirdiğinden, günümüzde fotoğrafın kişisel bellek ile ne kadar iç içe geçmiş olduğundan söz ediyor. Cemre bizzat vurgulamasa da, tıpkı benim şimdi yapacağım gibi, işlerin cep telefonu çekimleri olması, Instagram ya da onun öncülü olan Polaroid estetiğini, dolayısıyla gündelik paylaşılan hatıra fotoğraflarını çağrıştırmaları, daha doğrusu bizatihi öyle olmaları sergi açılışında konuşuldu. (*) Bunu bana söyleyenler de oldu.
İkiye ayrılıyorlardı. Bir görüş, artık duymaktan sıkıldığım ‘fotoğraf bombardmanı altında olduğumuz’ meselesi, diğeri ise telefon gibi ‘dandik’ bir aletle, saygın bir galeride fotoğraf sergisi açılabilmiş olması nedeniyle dile getirilen takdir.
Her iki görüş hakkında da söyleyeceklerim var.
İlkinden başlayalım. Bunu bana söyleyen bir arkadaşıma, biraz da sesimi yükselterek, “E, ne olmuş durmadan fotoğraf görüyorsak? Ben 55 senedir sesler duyuyorum, üstelik gözümü kapatabilirken kulağımı kapatamıyorum. Bir ses bombardımanı altında yaşıyorum. Ama hâlâ keyifle müzik dinleyebiliyorum. Ayrıca, fotoğraf görmediğimiz anlarda yine de birşeyler görüyoruz. Görüntü bombardmanı bunu da kapsıyor mu?” diye sordum. “Anlıyorum ne demek istediğini,” diyerek uzaklaştı. Diğer konuya geçelim.
Cep telefonuyla çekilen fotoğrafların ‘sanat mertebesine’ yükseltilebilmiş olmasını takdir etmeyi ise herhalde kullanılmış kibrit çöplerinden gemi maketi yapan birisini takdir etmeye benzetebiliriz ki, sergiden alınacak derin hazza böylelikle büyük bir gölge düşürmüş oluruz.
Serginin veya serinin görece daha az konuşulan ama en az fotoğraflar kadar önemli bir başka bileşeni de her birinin altında Cemre’nin elyazısı ile okuduğumuz, ‘This was…’ (Bak bu…) diye başlayan, fotoğrafın hangi anıya dair olduğunu fısıldayan cümleler.
Serginin bize sunduğu hazzı işte buralarda aramak gerekiyor herhalde. Ahu Antmen, benden önce davranıp işleri birer haikuya benzetmiş. Çok haklı. Burada zarif ve şiirsel bir hafıza inşaatı görüyoruz. Bir anı defteri. Metinleri birer ‘resim altı’ (caption) olarak ele almak hata olur. Zira fotoğraflarla metinler arasına bir alt-üst ilişkisi yok. Haikuyu birlikte oluşturuyor, birbirlerine tutunuyorlar. Fotoğraf o anı (bak), metin ise o anın duygu yükünü (bu) ima ediyor.
Üstelik bu gerçek bir yaşam öyküsü. Cemre’nin, işlerin mekân içindeki sıralanış ve boyutlarla oluşturduğu kurgunun üzerinde ne kadar çok kafa patlattığını varın siz düşünün.
Kendi dünyasını büyük bir samimiyetle ortaya koyuyor, bize de kendi hatıralarımızla ilgili anahtarlar veriyor. Bu çıplaklığı bir cesaret addedip takdir edenler de olacaktır ama zaten cesaret sanatın ön koşulu değil mi? Dünyada esasen otobiyografik olmayan bir yapıt var mı?
Bence asıl cesaret de işte burada. Cemre’nin hayali karakterlere, yabancılara ve uzak metaforların arkasına saklanmadan, tıpkı bir performans sanatçısı gibi kendisini bir yapıta dönüştürmüş olmasında.
Yıllar önce bir anket okumuş, sonra aynı soruyu farklı gruplara ben de sormuştum. Soru şuydu: “Üçüncü bir gözünüz olsaydı, nerenizde olmasını isterdiniz?”
Her defasında öne çıkan iki yanıt:
– İşaret parmağımın ucunda.
– Başımın arkasında.
Cemre, “Bak, bu” diyerek ilkini gerçekleştirmiş oldu. Şimdi sıra ikincisinde.
Orhan Cem Çetin, Mayıs 2014
(*) Instagram’ın kare formatı, ekran simgesi, bordürleri ve her fotoğrafın yanına bir not yazma imkânı, esasen Polaroid 600 serisi filmlerden ödünç alınmıştı. Türkiye’de öncelikle Şahin Kaygun, daha sonra Tahir Ün ve Nazif Topçuoğlu bu formatı kullandılar. Şahin Kaygun SX-70 film kullanıyordu ama 600 serisi filmlerin ve Image gibi türevlerinin, hatta günümüzde Impossible adıyla geri gelmiş olan, anında gelişen “integral” filmlerin ortak özelliği, görüntüyü çevreleyen bordürün altta genişlemesidir. Bunun nedeni görüntüyü geliştiren kimyasal keseciklerinin buraya yerleştirilmiş olmasıdır. Ancak yıllar içinde bu alan notlar yazmak için kullanılageldi. Hatta Polaroid, bazı kamera kitlerinin içine ünlü Sharpie asetat kalemlerini de dahil ediyordu zira filmin üstüne herhangi bir kalemle yazılamıyordu. Cemre’nin ‘This was’ serisini de bu geleneğin bir devamı olarak algılamak gerek bana kalırsa.
Anında Unuturum
Bir zamanlar ince demir tel üzerine ses kaydı yapan “teypler” kullanıldığını, elektrikli süpürgenin öncüsünün toz torbası sırtta taşınan ve kol gücüyle çalışan bir tür “pompalı süpürge” olduğunu, fotokopi öncesinde bir belgeyi çoğaltmak için kullanılan “teksir makinesi”nin ispirto ile çalıştığını ve elinize aldığınız belgenin sizi sarhoş ettiğini, Türkiye’de satılan ilk televizyonların açma düğmesine basıldıktan yaklaşık 10 (on) dakika sonra görüntünün ekranda belirdiğini, otomobillerde müzik dinlemek için geliştirilmiş, önündeki yarıktan içeri itilen 45 devirlik plağı aynı anda çalmaya başlayan otomobil pikaplarını hatırlayanların sayısı eminim çok azdır.
Bütün bu buluşlar, bir zamanlar oldukça yaygın kullanılan, gündelik hayatın vazgeçilmez parçaları haline gelmiş aletlerken, bugün tümüyle ortadan kalkmış olmaları üzücü. Polaroid de ne yazık ki aynı kadere mahkum görünüyor. Dijital fotoğraf teknolojisinden ilk darbeyi alacağı, en temel avantajı olan “anında görüntü” özelliğini kaybettiğinde geriye pek fazla birşey kalmayacağı belli olan Polaroid kimyasal anında görüntüleme ürünleri, firmanın da ciddi işletmecilik hataları sonucunda tarihe karışıyor. Kendisi bizatihi “hatırlamaya” dair olan Polaroid fotoğrafların bundan çok da uzun olmayan bir süre sonra unutulacak olması gerçekten kabul edilir gibi değil.
Polaroid’i icat eden ABD vatandaşı Edwin Land de en azından bu veda yazısında unutulmaması gereken, oldukça sıradışı bir girişimci. İşi icat yapmak. Farklı alanlarda tam 535 tescilli buluşla, Edison’dan sonra dünyada ikinci en çok patente sahip mucit. Fotoğrafçılıkla doğrudan ilişkisi olmadığı halde, küçük kızının çekilen fotoğrafları hemen o an görmek isteyip, bunun mümkün olmadığını öğrendiğinde yaşadığı düşkırıklığına dayanamayan duyarlı baba Land, fotoğrafı oracıkta, çekildikten hemen sonra geliştirip saptayan kimyasalları ve benzersiz bir mekanik yapısı olan ilk Polaroid fotoğraf makinesini anında icat edip, 1947 yılında dünyaya tanıtmıştı. Bana kalırsa küçük kız o gün biraz daha fazla ağlasa, biraz da tepinseymiş, yufka yürekli ve zeki Edwin Land, ta o zamanlar dijital fotoğrafı da bulabilirmiş. Ah, ama o zaman ne çok şeyden, ne büyük bir kültürden yoksun olacak, üstelik neyi kaçırdığımızı da asla bilemeyecektik.
Başkalarının nezdinde neye benzediğimizi fazlasıyla merak eden bir toplumuz. Polaroid haliyle bizde de çok özel bir yer edindi kendisine; bize karışık duygular yaşattı. “Nasıl çıktım?” sorusuna gelen ivedi yanıt, bu hayati merakın çabucak giderilmesi tatmini, ne yazık ki kimi zaman şiddetli düşkırıklığı ile birleşti. Sihirli ayna, “rötuşsuz anında vesikalık” gerçeği tokat gibi yüzümüze vurabiliyor, notere, pasaport dairesine, muhtara giderken yani devletle ilişkiye girdiğimizde bir hayduta dönüştüğümüzü hiç çekinmeden ortaya döküyor, doğum günü partilerinde, tatillerde, yolculuklarda, o yükselen anlarda, arkamızdaki dekor kadar muhteşem görünmediğimizi bizden saklama nezaketini göstermiyordu. Polaroid ile “hem severim, hem döverim, hem de dayak yerim” formülü ile özetlenebilecek bir ilişki kurduk. “Anında görüntü” özelliğinden dolayı, dijital fotoğrafın Polaroid’in yerini aldığını söyledik. Bu tabii ki kısmen doğru. Dijital fotoğaftan dayak yediğimiz asla söylenemez. Aksine, yeni teknoloji elimizde tam bir şamar oğlanına dönüşmüş durumda. İtip kakıyor, orasını burasını çekiştiriyor, yüzlercesini çekip hemen sonra elimizin tersiyle siliyoruz. Kolaysa bunu Polaroid’e yap! Herşeyden önce çok pahalı bir malzeme. Sonuç hoşuna gitmese bile saygı göstermek zorundasın. Üstelik dijital gibi uçucu da değil. Olağanüstü mukavemetli. Bilmiyorum, bir Polaroid’i yırtmayı denediniz mi. Denemeyin. Zira mümkün değil. Makasla kesmeye kalkışırsanız da karşılık verir, içindeki zehiri üstünüze başınıza boşaltır.
Turistik ziyaret yerlerinin çevresinde her zaman sokak fotoğrafçıları olacak gibi görünüyor, cep telefonlarına rağmen. Ama gözlerimiz Polaroidcileri hep arayacak. Şimdilerde, omuzlarına astıkları bluetooth bağlantılı minik portatif bilgisayar yazıcıları ve alelade fotoğraf makineleri ile ayaklı ofis gibi dolaşan fotoğrafçılar görüyoruz ziyaret yerlerinde. Fazlasıyla zorlama, sıradan görünmüyorlar mı? Polaroidci başka bir şeydi. Sokağın ortasında bir dalgıç, bir itfaiyeci, bir baca temizleyicisi gibi ayrıksı duran, temkinli yaklaşmak zorunda olduğumuz birisi. Hele çekilen fotoğrafı küçük bir yelpaze gibi uzun uzun sallamaları. En çok da bu ritüeli özleyeceğiz bence. Bu gereksiz hatta sakıncalı alışkanlığın nasıl olup da tüm dünyaya yayıldığı meçhul. Firma, görüntünün boş yüzeyde yavaşça belirip koyulaşarak son halini aldığı birkaç dakikalık süre boyunca filmin rahat bırakılması, eğilip bükülmemesi gerektiğini, yüzeye kesinlikle dokunulmamasını, aksi halde görüntüde kalıcı lekeler, deformasyonlar oluşabileceğini ısrarla belirtiyor. Gel gelelim, kullanıcı yelpaze işlemini tam tersine bir zorunluluk sanıyor. Kimileri bu şekilde filmi kuruttuğunu iddia ediyor.
Polaroid anında görüntüleme ürünlerinin Türkiye’de kullanım kalitesini yükseltmekle sorumlu olduğum yıllarda, sokak fotoğrafçılarına destek vermek, sorunlarını öğrenmek, alışkanlıkları hakkında fikir sahibi olmak ve bu iş kolunda çalışanları kayıt altına alabilmek için, ulaşabildiklerimizi bir araya getirmiş, çay ve kurabiye eşliğinde uzun uzadıya dertleşmiştik. Sokak fotoğrafçısı demek, sadece ve sadece Polaroidci demekti o zamanlar. Bu insanlar, fotoğrafçılık mesleğinin en mütevazı, en az deneyim gerektiren, en küçük yatırımla, hatta kimi zaman yatırım bile yapmadan iş hayatına atılabilen kesimiydi. Cesaretten başka hiçbir meziyet gerekmiyordu. O kadar ki, birkaç yıl önce Beyazıt Meydanı’nda gözleri görmeyen (tıbbi olarak kör kabul edilen, sadece bulunduğu yerde ışık olup olmadığını algılayabilen) bir Polaroidci ile tanışmışlığım, arka planda Üniversite’nin kapısının göründüğü, hiç de fena olmayan bir fotoğraf çektirmişliğim vardır.
Tekrar sokak fotoğrafçıları için düzenlediğimiz kabul gününe dönmek istiyorum. O gün özellikle fotoğrafları sallamamaları, bunun gereksiz, üstelik sakıncalı olduğunu hatırlattığımızda, meslekdaşlarımdan biri şöyle karşılık vermişti: “Abi, bunun gereksiz olduğunu ben de biliyorum ama, fotoğrafı çektikten sonra beklememiz gereken, anlamsız birkaç dakika var. Müşteri ile karşı karşıya öylece durmamız gerekiyor. Konuşacak bir konu yok, yapacak birşey yok. Bu süreyi doldurmak, iş yapıyormuş gibi görünmek, şov yapmak gerekiyor. O yüzden de filmi sanki çok özel, ustalık gerektiren, olmazsa olmaz bir işlem yapıyormuşum gibi sallıyorum. Müşteri aldığım parayı gerçekten hak ettiğimi düşünmeli. Ne yapayım? Öyle boş boş durayım mı?”
Haklıydı galiba. O günden sonra sokak fotoğrafçılarına, sokak kültürüne dokunmamaya, işlerine karışmamaya karar vermiştim. Ne var ki Polaroid sallama geleneği kendiliğinden tarihe karışırken bize de ancak Polaroid’e el sallamak düşüyor. Bari mevcut Polaroid’ler belleğimiz kadar hızlı solmasa.

Paranoid Polaroid - http://www.hezarfen.net/paralax/039orhan.htm
negatifadam