Posts Tagged ‘sergi’
Derin Kadar İnce
Orhan Cem Çetin, sanatı yakından bakmanın türlü yolundan biri, fotoğrafı ise anlamın etrafında örülen bir eksiltme, indirgeme sanatı olarak tarif ediyor. Evrenin, hayatın, varoluşun içinde bir sahne düşünün. Çıplak gözle göremeyeceğiniz bir teferruat, hayal edemeyeceğiniz kadar çeşitli ve şenlikli, yasını tutamayacağınız kadar gerçek ve kırılgan, diğer yandan hayatın ana fikrine dair sıkıştırılmış bir “gerçekliğin” temsilinden sizi azat edecek kadar berrak bir görüntü… Görme eyleminin özgürlüğe kaçtığı ve varoluşun doğasına yakalandığı bir anı değil ağır aksak bir ritmle imgenin içine gömüldüğümüz ve zihnimiz imgeden kurtulsa da sorularını cebimizde gezdirdiğimiz bir temaşa.
Alternatif yöntemlerine yenilerini eklediği çalışmaların anlam katmanlarını çoğaltıp çeşitlendirerek üreten Orhan Cem Çetin, fotoğrafa kerameti kendinden menkul bir değer biçmek yerine, seyircisini önce fotoğrafın anlam evrenindeki inceliklerine yaklaştırıp sonra derinlere sürüklüyor. Seyircinin vurgun yememek için yüzeye çıkmanın heyecanına kapılmadan, telaşeye düşmeden sakin kalması gerekiyor. Derin kadar inceliğin ritmini yakalamak maharet istiyor.
Kurgulanmış sahnelerin dışında hangi sahneler ve anlamlar, ne kadar söz ve göz dışarıda bırakılmıştır. Bir önemi yok. Sanatçının anlatmayı arzuladıklarına eşlik etmek kafi geliyor. Başka bir öznellikten çıkıp gelen, kendimiz için hayatın nüvesine dair ipucu yakalama ihtimali meraka dönüşüyor.
Fotoğrafın içine sızan kılcal damarlar, akışlar, şeylerin farklı halleri, canlı olan ile canından olanların bütünleşmiş dünyası, ölü doğanın içinde canlı kalan şeylerin alemine davet çıkarıyor.
İçinde yer bulduğumuz zamanı, duygular mirasını, hafızanın çölleştiği ve parladığı yekunu presleyip bir kadraja sığdırabilsek neler düşünürdük? Sanatçı, böyle bir imgeyi üretmenin imkansızlığı, derin kadar ince sahneler kurgulayabilmenin heyecanıyla üretiyor. Preslenerek düzleştirilmiş organik yapıların görüntüleri ve boyanmış kağıt negatif tabanlı baskılar malzeme ve üretim sürecine dair bildiğimiz yöntemlerin sınırlarını esnetiyor.
Ölçekler küçülüyor, anlamlar derinleşiyor, renkler patlıyor ve ayrıntılar keskinleşiyor. Orhan Cem Çetin, seyirciyi estetiğin büyülü tuzağına kaptırmadan, bu sefer boyalı kuşu boyalı ağacına İzmir’de kondurarak serüvenine devam ediyor.
Eda Yiğit
Benim tatlı selfim // My sweet selfie
Fotoğrafın, gözlenen gerçekliği dondurarak ölümsüzleştirdiği iddiası yaygındır. Sanatçının sürekli değişen çehresinin, kısa süre içinde -yense de yenmese de- bozularak ortadan kalkacak olan ömürsüz bir pasta halinde sergilenişi kalıcılık, ölümsüzlük, saptama ve hatırlama hülyalarına tatlı bir itirazdır.
Benim tatlı selfim // My sweet selfie
Oto-portre; pasta üzerinde yenilebilir fotoğraf. // Self portrait; edible photograph on cream cake.
30x45x12 cm // Orhan Cem Çetin 2018
Benimsin // I Own You
Mavi Para (Detay) // Blue Coin (Detail)
Benimsin
Ben de seninim.
İkimizden birini oluşturan örgü tümden çözülüp, yeni sahiplenmeler kaçınılmaz olana dek.
I Own You
And you own me.
Till the lattice that forms either one of us disintegrates altogether and new appropriations become inevitable.
16.02.2016 – 18.03.2016
Sanatorium Gallery
İstanbul
Sanatorium Yüce’ye Karşı // Sanatorium vs Sublime
Tanrı İzin Verirse I ve III // If God Permits I and III
(O. Cem Çetin 2014)
Devamı için:
KARMA SERGİ
YÜCE / SUBLIME
24 Haziran – 19 Temmuz 2014Bizi aştığını hissettiğimiz kavramlarla ve duygularla nasıl başa çıkıyoruz? Evrenin, aşkın, iktidarın, toplumun, ailenin kapsayıcı etkisinin karşısında benliğimizi nasıl kuruyoruz? Kullandığımız dil, ‘yüce olan’ karşısında deneyimlediğimiz çaresizlik, dehşet, haz, sonsuzluk gibi hisleri anlatmaya yetmediğinde ne yapıyoruz? Nefes kesici olan ile nefessiz bırakan birbirine karıştığında neler oluyor?
Sanatorium sanatçıları,Ludovic Bernhardt, Luz Blanco, Orhan Cem Çetin, Erol Eskici, Handan Figen, Ahmet Doğu İpek, Çağla Köseoğulları, Kemal Özen, Yağız Özgen, Zeyno Pekünlü, Sergen Şehitoğlu ve Sevil Tunaboylu, bu sergiyle ile, ‘Yüce’ olana dair deneyimlerini, metafizik çağrışımlardan, yücenin gündelik hayatımızda kurduğu iktidar ilişkilerine kadar çeşitlilik gösteren çok katmanlı bir zeminde izleyiciye sunuyor.
Serginin küratörlüğünü Elif Gül Tirben yapıyor.
(Basın duyurusundan)35 senelik kişisel arkeoloji
Plato Sanat’ın organize ettiği Portfolyo Serisi başlığı altında çalışmaları yer alacak ikinci sanatçısınız ve bu seri biraz da retrospektif yanı olan bir seri. Sizce retrospektif bir sergi açmanın vakti gelmiş miydi?
Bu sergi benim için biraz değil, tam bir retrospektif. Zaten Marcus Graf da ilk öneriyle geldiğinde, sana retrospektif yapmak istiyoruz diye ifade etmişti. Ve, evet, sanırım vakti gelmiş. Sergiyi ziyaret edenler 1978’den bu yana yaptığım çalışmalardan öne çıkan örnekleri görebilecekler. Salonun izin verdiği ölçüde, olabildiğince çok iş sergilemeye çalıştık. Buna karşın bazı seriler yer almıyor. Hepsi dikkate değer olmasa da 35 senenin ürünü günyüzüne çıktı.
Çok küçük yaştan beri fotoğrafın içindesiniz, sayısız fotoğraf çekmişsinizdir, ilk serginizi de 1988’de açmıştınız. Retrospektif niteliği taşıyan bu sergiyi hazırlarken geriye dönüp işlerinize, sergilerinize baktığınızda Orhan Cem Çetin size dışarıdan nasıl göründü?
Kişisel arkeoloji; çok sarsıcı oldu. Naif, dekoratif işlerden daha kavramsala, kişisel öykülere, sadeliğe gittiğimi gördüm. Yine de eskiden çok daha cesaretli, daha atakmışım. Giderek akademikleştiğimi, daha az risk aldığımı, ama bir yandan da çok daha disiplinlerarası bir tavıra yöneldiğimi görüyorum. Bir sanatçı olduğuma karar vermem zaman aldı. Malum, sanat eğitimi almadım. Kendimi yetiştirme sürecimi, sanatın hayatıma nasıl yayıldığını daha iyi gördüm. Eski işlere bir kez daha alıcı gözüyle bakarken “keşke yapmasaymışım” ya da “keşke öyle değil de şöyle yapsaymışım” dediğim de çok oldu ama bu kadar fazla işin arasında tabii ki sadece zincirin bir halkası görevini yapan, kendisi pek dikkate değer olmayan işler ortaya çıkması kaçınılmaz. Şu anda bulunduğum nokta çocukluk hayalim olduğuna göre, pek şikayetçi olmamalıyım. Kendimden bir “Aferin!” aldım sonunda.
Son kişisel serginiz 2011 yılında Sanatorium’da açtığınız ‘Yeni Çağ’ sergisiydi ve adı yanılmıyorsam yalnızca dış dünyaya değil, size de işaret ediyordu (bakış açınızın değişmesi, fotoğrafa kattığınız öğeler.. anlamında) Son sergiden bu yana hayatınızda ve sanatınızda neler değişti? Bu sergide izleyiciler nelerle karşılaşacak? Sergide yeni işleriniz olacak mı ya da sergide izleyiciler ağırlıklı olarak hangi (dönem) eserlerinizi görecek?
Evet, Yeni Çağ hem dünyanın (özellikle Türkiye’nin) hem de benim yeni bir dönemime işaret ediyor, öncesine göre daha ağırbaşlı, daha klasik işlerden oluşuyordu; bu bir açlıkmış sanırım bende. Sonrasında, aynı görsel nitelikleri kullanarak daha şiirsel, daha kişisel, daha cesaretli olan ve metinle, gündelik hayatla, düşünceler dünyasıyla daha girift ilişkiler oluşturmaya çabaladığım Herkes İçin Duvar Kağıtları serisi geldi. Bunların büyük bir bölümü Plato’da görülebilecek. Zamanında fotoğrafçılar dünyasının içinde kapalı kalmış olan erken dönem işleri de göstermek istedik. 1988, Tanıdık Şeyler ve 1993 Renk’arnasyon serilerinden hala çok sevdiğim örnekler var sergide. Bazıları şimdiye dek sadece ekrandan görülebilmiş, bazıları hiç görülmemişti.
Fotoğraf sanatçısı, akademisyen, ayrıca eğitimci, danışman, çevirmen, yazar, blogger, radyo programcısı, müzisyen… yabancıların dediği gibi “birçok şapka” taşıyorsunuz. Bunlar arasındaki dengeyi nasıl tutturuyorsunuz? Bunlar birbirini tamamlayıp besleyen şeyler mi?
Tutturabildiğimden pek emin değilim. Çok bunaltıcı olabiliyor. Nasıl bu hale geldiğini de pek anlayamıyorum ama sanırım bu bir hayatta kalma, aklını koruma stratejisi benim için. Sürekli kendimi meşgul etmek zorundaymışım gibi geliyor. Üstelik listenizde önemli eksikler bile var. Birbirlerini besliyorlar mı? Evet kesinlikle. Sürekli hayata farklı perspektiflerden bakma, aynı gün içinde defalarca kişilik değiştirme şansım oluyor. Bir alanda elde ettiğim deneyimleri diğerine transfer etmeyi deniyorum.Düşünmek için bolca malzeme topluyorum. Son tahlilde hepimizin yapmaya çalıştığı şey hayatı anlamlı bir bağlama yerleştirmek, yaptıklarımıza anlamlı nedenler bulmak değil mi? Farklı işler yapmak bunun bir tür çapraz sağlamasını yapabilmeyi de sağlıyor.
Hem dijital fotoğraf kullanımı konusunda hem de Türkiye’de internet ortamını fotoğraf sergisi için kullanma anlamında ilklerden birisiniz. Fotoğrafın instagram gibi araçlarla “demokratikleşmesi” ya da kolay erişilebilmesi nedeniyle kavramsal fotoğraflar dahi kolay üretilebilir hale geldi. Sizin hem bu durumu nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum hem de buradan yola çıkarak bir instagram fotoğrafı sanat eserin sayılır mı sorusunu tartışmaya açmak istiyorum. (Mesela sizin de instagram hesabınız var, bunları birer eser olarak görüyor musunuz?)
Kimi zaman evet, kimi zaman hayır. Picasso ayakkabısını boyadığında bu bir sanat eseri mi oluyordu? Bir üretimi ya da davranışı sanat eseri haline getiren onun hangi elden çıktığı ya da formatı değil, arkasındaki niyet ve beyan olduğuna ve dolayısıyla istisnasız her şey bir yapıta dönüşebileceğine göre, Instagram da bu potansiyeli taşıyor. Ben başından beri herkesin fotoğraf çekebiliyor ve paylaşabiliyor olmasını çok ama çok olumlu buluyorum. Herkesin bu yolla sanata bir giriş yapma şansı oldu ve sanat yukarı doğru hızla itiliyor. Ayrıca zaten daha çok insanın yazıp çiziyor, görüntü üretiyor olması öteden beri arzu edilen bir durum değil miydi? Fotoğrafın bulunmasında insanları heyecanlandıran önemli bir nokta da tıpkı matbaanın bulunuşunda olduğu gibi, bir düşünce ürününün artık sınırsızca çoğaltılabilecek olması değil miydi? Sanatın yaygınlaşması bir kültür politikası, bir misyon değil miydi? Şikayetleri samimi bulmuyorum. Sanki mevcut ve müstakbel sanatçıların yerlerini koruma, “sanatçı” payesini korunaklı kılma gibi bir motivasyonları var alttan alta.
Çalışmalarınızın bir kısmı “belgeleme”ye odaklanırken diğer bir kısmı kavramsal ya da kimileri daha da farklı… Serilerinizin birbirine benzemediğini ve sizi kategoriye sokmanın zor olduğunu siz de belirtmiştiniz ama bana kalırsa sahip olduğunuz mizah duygusu ve araştırmacı yönünüz göze çarpan ortak noktalar, ne dersiniz?
Kesinlikle katılıyorum. Değişkenliği seviyorum. Farklı formatları denemek çok ilgimi çekiyor. 90’ların sonlarında internet tabanlı edebiyat dergisi Altzine’de “Kurşunsuz Asker” takma adıyla yazarken de her ay farklı bir üslup, farklı bir yapı deniyordum. Ama ortak olan, dediğiniz gibi mizah, hatta kara mizah ve çok katmanlı işler yapma çabasıdır. Mizah, hem sanatçının hem de izleyicinin zekasını parlatıyor. Sürpriz içerdiği için keşif duygusu yaşatıyor. Sanatçı ile izleyici arasında çok daha yoğun, daha sağlam bir köprü kuruyor. Gündelik hayatta da böyle. Yakından tanıyanlar, arkadaşlarım, öğrencilerim iyi bilirler, şakacıyımdır çok. Hayatı yumuşatan da birşey bu belki; varoluşun bedeli olan karamsarlığa karşı incecik bir kalkan.
Bir yerde fotoğrafçılardan çok farklı disiplinlerden sanatçılarla bir arada olmaktan zevk aldığınızı söylemiştiniz, sizin fotoğraf dışında video, film,resim, heykel vb. farklı alanlarda üretimleriniz oldu mu?
Tek tük oluyor. Birkaç örnek görülebilecek Plato’da. Ama özellikle hareketli görüntünün fotoğraftan bütünüyle farklı bir dil olduğunu düşünüyorum ve o alana girmeye çekiniyorum. Fotoğrafı sinemaya geçmek için bir basamak, bir alıştırma, bir aşama olarak görenleri de uyarıyorum. Çok farklı disiplinler. Çok farklı diller ve korkarım aynı zihnin içinde uyumsuzlar. Benim için fotoğrafın yanında önde olan diğer disiplin yazıdır. Kimi zaman da performans.
Aslında çok uzun zamandır bu işin ve sanatın içinde olmanıza rağmen sizinle aynı dönemden ya da aynı yaşlardaki sanatçılardan daha farklısınız, göz önünde olmayı mı sevmiyorsunuz yoksa diğer meşguliyetleriniz mi sizi engelliyor?
Galiba her ikisi de. Ayrıca ben esasen çok mahçup birisiyim, kimi zaman fobi derecesinde. Tüm sanat üretimim belki de toplumla uzaktan mesajlaşmak gibi benim için. Daha emniyetli, daha kontrollu bir temas. Bilinmek, izlenmek tabii ki bana haz veriyor ama bizzat değil, işlerimle. Kim bilir belki bu da bir “imaj” inşa etme şeklidir. Her alandan birçok sanatçı ile tanıştım, zaman geçirdim, birlikte iş yaptım. Aralarında efsaneleşmiş insanlar da var. Kimileri için, “Keşke hiç tanışmasaymışım,” diye aklımdan geçirdiğim olmuştur. Takdir, itibar arttıkça, onu koruma endişesi de artıyor. Bu da beni yalnızlaştırıyor olabilir.
Eğitimci yanınız çok önemli çünkü yıllardır birçok kurs, dernek ve üniversitede binlerce öğrenciniz olmuştur. Bu eğitimci kimliğinizi ve derslerde teknik mi yoksa daha sanatsal bakış açısına mı ağırlık veriyorsunuz?
Tekniği önemsiyorum. Fotoğrafçılık ne yapalım ki teknik bir iştir ve bir fotoğrafçının paletini hakim olduğu teknikler oluşturur. Ama teknik, düşüncenin hizmetkarıdır. Öğrencilerime de bunu telkin ediyorum. Deneyin, öğrenin, zamanı gelince kullanabilecek durumda olun ama asla teknikten düşünceye doğru gitmeye çalışmayın. Bana projelerini anlatmak isteyen öğrencilerim ilk iş fotoğraflar tarif etmeye girişiyorlar. Bunu doğru bulmuyorum. Öncelikle önermeyi duymak istiyorum. Bu proje neden yapılıyor? Nerelerden esinlendi? Hayatı nasıl yorumluyor? Kişisel motivasyonlar nelerdir? Yapılmış benzer işlerdeki yaklaşımlar nelerdir, vs. Ancak bu sorular yanıtlandıktan sonra sıra teknik çözümlemeye gelebilir. Teknik nasıl olsa öğrenilir, hatta gerekirse bilen, yapabilen birine yaptırılır. Ama sanatsal ifade kendi içinizden çıkmalıdır ve bu öğrenilmez, keşfedilir.
Bir öğrencime tek bir şey öğretmem gerekseydi, şüpheci olmayı öğretirdim, ışık ayarını değil.
Aralık 2013Kusura bakmayın; çok değiştiğim için sizi tanıyamadım. / I beg your pardon I didn’t recognize you – I’ve changed a lot.
Laurie Anderson (The Ugly One With the Jewels’dan)
Bizi bir araya getiren neydi?
Bunu anlamak için zaman geçirdik ve gördük ki yollarımızı birleştiren, hafızaydı.
Ben böyle hatırlıyorum.
Zamanda ileri geri volta atarken buluşmuştuk. Birimiz çok ama çok geç kalmıştı, diğeri belki düşündüğünden erken gelmişti. Başka biri kendisini dakik sanıyordu ama dakik olan sadece zamandı. Bu sayede buluştuk.
Yüklüydük. İri, hantal; küçük omuzlarımız için insafsızca ağır yükler.
Biz birer derin kayıttık. Hafızamızı yoklarken, zaten birer hafıza olduğumuzu farkettik.
Yükümüzü hafifletmeye kalkıştık. Eski fotoğraflara yetişememiş adsız, şekilsiz, kokusuz atalarımızın ta rüyalarımıza kadar gömdüğü, tıka basa doldurduğu binbir kimyevi, uçucu, yamalı, örselenmiş hatırayı ortalığa dökmek, kendi günümüze yer açmak, bunu gerekirse hoyratça yapmak, belki de şimdiden başkalarının aklına yük olmak istedik.
Bizi hatırlamasanız da olur ama hatırladıklarımızı hatırlayın diye yaptık bütün bunları.
“Hatırladıklarımızı hatırlayan birileri olsun” diye.
Bir zamanlar, bunu diyen biri olmuş besbelli.
Ama neden demiş? Bunu hatırlayan yok.
Sıra geldi bunu bulmaya.
Sıra geldi bunu, neden unutmanın ölüm kadar görkemli olduğunu hatırlamaya.
Orhan Cem Çetin
Ekim 2013
halka sanat / galeri resmi açılışını 1 Kasım, Cuma 19:00’da “Kusura bakmayın; çok değiştiğim için sizi tanıyamadım.” isimli sergiyle yapıyor. Sergiye katılan sanatçılar: Sezgi Abalı Attal, Yaşar K. Canpolat ve Gözde Güngör
halka art / gallery opens officially on 1 November, Friday at 19:00 with an exhibition titled ” I beg your pardon I didn’t recognize you- I’ve changed a lot.” Artists are Sezgi Abalı Attal, Yaşar K. Canpolat and Gözde Güngör.Beni ne kadar güzel bir adam yapmıştın. // You had carved such a nice man out of me.
Bir süredir bu blogda paylaştığım yeni serim belli bir olgunluğa ulaştı. Bu olgunluk sabırsızlığımla birleşince, sevgili Özcan Yurdalan arcılığı ile Diyarbakır Fotoğraf Günleri‘nden gelen sergi davetine yanıt vermek için fazla düşünmedim. Kendi yaptığım 20 pigment baskı aşağıdaki künye metni ile 27 Mart – 7 Nisan 2013 tarihleri arasında, eski bir tekstil fabrikasından dönüştürülmüş etkileyici bir kompleksin içinde yer alan Sümerpark Amed Sanat Galerisi’nde, büyük bir karma serginin parçası oldu.
Objektif sponsorum SIGMA/FotoPro‘ya, sergileme sponsoru DİFAK’a ve tüm ziyaretçilere teşekkürlerimi sunuyorum.
Herkes İçin Duvar Kâğıtları
Süregiden Proje
Bu serinin esin kaynağı, gözlerimizi ayırmadığımız ekranlı cihazlardır. Ekranı, kullanıcının seçtiği bir görüntü kaplıyor. Açılan pencerelerin aralarını doldurduğundan olsa gerek “duvar kâğıdı” diye anılan bu görüntü sadece bir süs değil. Ara sıra, bir uygulamadan diğerine geçerken, cihazı açarken ya da kapatırken ya da ekrana şöyle bir göz attığımızda bize yaşamın ve varoluşun kullandığımız cihazın taşıyamayacağı derinlikte olduğunu hatırlatıyor. Sorumluluklarımızı, hesaplaşmalarımızı, tutkularımızı, gelecek kurgumuzu bize hatırlatıyor. Bu yüzden duvar kâğıdı dikkatle seçiliyor.
O halde bu alan bir fotoğrafçı için yeni bir mecra olamaz mı? Sergilenen fotoğrafları telefonunuzun ya da tablet bilgisayarınızın ekranında hayal edin. Altında yazan notu okuyun ve ne hakkında düşünmenizin önerildiğini de öğrenin. Beğenmezseniz, bir başkasını deneyin. Gündeminize uygun bir duvar kâğıdı mutlaka bulacaksınız.
Proje henüz tamamlanmadığından baskılar boyut ve baskı tekniği bakımından nihai değildir.
Wallpapers for All
Work in progress
This series has been inspired by electronic device screens that continuously arrest our gaze. An image selected or customised by the user occupies the screen. It is called a “wallpaper” probably because it fills the space between the opening windows but it is not there merely as a decoration. While we switch between applications or at startup or before shutting off, or when we simply stare at the screen, it occasionally and briefly reminds us that the depth of life and existance is beyond the scope of our devices. It reminds us of our responsibilities, conflicts, passions and our future plans. This is why selecting a wallpaper requires great care.
Hence the project. Why not use this space as a new medium for photography? Imagine the exhibited photographs on your own cellphone or tablet pc. Read the caption for a suggestion of what to contemplate about. If you do not like it, try another one. You will surely find one that suits your current agenda.
As the project is still in progress, the prints are not final editions in terms of size and printing technique.
“Park Halinde” Seul’de // “Parked Position” at Seul

Yeni Çağ / Park Halinde (2011, 100×150 cm Lambda Print Diasec)
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisinde.
TÜRKİYE’DEN ÇAĞDAŞ SANATIN SON DÖNEM ÖRNEKLERİ GÜNEY KORE’DE ULUSLARARASI SANATSEVERLERLE BULUŞUYOR
Türkiye’den çağdaş sanatın uluslararası platforma taşınması için çalışmalarını sürdüren Contemporary Istanbul önemli bir uluslararası sergiye imza atıyor. 6-26 Eylül 2012 tarihleri arasında düzenlenecek olan “Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea (Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore’de)” adlı sergide başarılı genç sanatçıların ve dünya çapında saygınlığa sahip Türk sanatçıların eserleri ilk defa geniş kapsamlı bir seçki ile Güney Kore’nin başkenti Seul’de yer alacak. Uzakdoğu’nun en güçlü kültür ve finans merkezlerinden biri olan Seul’de düzenlenecek serginin Türk çağdaş sanatının uluslararası ölçekteki değerini artıracak.
Güney Kore’nin başkenti Seul’de 5-26 Eylül 2012 tarihlerinde gerçekleşecek “Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea (Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore’de)” sergisi Türkiye’den çağdaş sanatı Uzakdoğu’nun kültür ve finans merkezlerinden biri olan Seul’de tanıtmayı ve Kore’de Türkiye çağdaş sanat alanında pazar yaratmayı amaçlıyor. Sergide başarılı genç sanatçılar ile beraber bugünün sanatına yön vermiş 54 sanatçının yaklaşık 100 eseri yer alacak.
Özellikle 1990 sonrasında üretilen sanat eserlerine yer verilecek sergi, Türkiye’de çağdaş sanatın somutlaşmaya başladığı, sanatçıların kendi dillerini yarattıkları, dünyada tanınmaya başladıkları ve Türkiye’de sanatın modernden çağdaşa geçtiği bir döneme ışık tutuyor. Son dönem üretilen işler ise bu dönemi, çatışmaları ve farklılıkları tüm zenginliğiyle yansıtmayı amaçlıyor.
“Türkiye’den çağdaş sanatın değeri daha da artacak”
Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli “Finans ve kültür alanlarında güçlü bir pazar haline gelen Güney Kore’de düzenleyeceğimiz bu sergi, Türk çağdaş sanatı ve sanatçıları için önemli bir platform oluşturacak. Encounters ile Türk çağdaş sanatının küresel çapta bilinirliğinin daha da artacağına, eserlerin yüksek satış değerlerine ulaşacağına inanıyorum” dedi.
“Batıdaki en Doğulu ülke ile Doğudaki en Batılı ülkenin teması”
Serginin küratörü Hasan Bülent Kahraman sergiyle ilgili şunları söyledi: “Encounters sözcüğü hem 1950’lerden bugüne çok çeşitli düzeylerde devam eden Türkiye-Güney Kore buluşmasını ve etkileşimini anlatmakta, hem de kendi coğrafyasında sürekli olarak Doğu-Batı ikilemi yaşamış, kendi modernleşme sürecinde bütün parametrelerini Batıya göre ayarlamış Batıdaki en Doğulu ülkenin, şimdi Doğudaki en ‘Batılı’ ülkeyle olan temasını vurgulamaktadır. Serginin en önemli yanı Türk sanatının ‘çocukluk hastalıkları’ndan kurtulduğunu gösteren yapıtlardan oluşması.’
Türkiye’den çağdaş sanatın sanatının güçlü isimleri de Kore’de
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisinin bir diğer bölümü olan “Transitions: From Modern to Contemporary”de ise Türkiye’den çağdaş sanata yön veren çok güçlü isimlerin eserleri yer alacak. Dünyanın önemli müzelerinde koleksiyonlara kabul edilen, Türkiye sanat üretiminin dünyada yer edinmesini sağlayan ve günümüzdeki çağdaş sanatın oluşumuna katkıda bulunan Burhan Doğançay, Komet, Erol Akyavaş gibi sanatçıların yapıtları, serginin “Transitions” başlıklı bölümünde sanatseverlerle buluşacak.
Kore’de sanat dolu bir ay: Gwangju Bienali, KIAF Sanat Fuarı ve
Seul Medya Sanatları Festivali
“Encounters: Turkish Contemporary Art in Korea” sergisi Kore’de uluslararası sanat etkinlikleriyle aynı dönemde gerçekleşecek. Dünyaca ünlü Gwangju Bienali bu yıl 7 Eylül – 11 Kasım tarihleri arasında “Roundtable” temasıyla sanatseverlerle buluşacak. “Encounters” ile aynı tarihlerde gerçekleşecek bir diğer etkinlik ise KIAF Uluslararası Sanat Fuarı. 13 – 17 Eylül tarihleri arasında Seul’de gerçekleşecek KIAF, dünya çapında binlerce sanatseveri Seul’da bir araya getirecek. Diğer bir etkinlik olan Uluslararası Medya Sanatları Bienali ise 11 Eylül – 4 Kasım 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek.
Ara Square’deki sergide şu sanatçıların eserleri yer alacak:
Ardan Özmenoğlu, Aslımay Altay Göney, Arslan Sükan, Ayça Telgeren, Bahar Oganer, Bedri Baykam, Burçak Bingöl, Burcu Aksoy, Burcu Perçin, Burhan Doğançay, Can Kurucu, Can Ertaş, Cevdet Erek, Çınar Eslek, Deniz Üster, Ebru Uygun, Ekrem Yalçındağ, Elif Uras, Elif Boyner, Erol Akyavaş, Ferhat Özgür, Filiz Azak, Gökçe Erhan, Haluk Akakçe, Hüsamettin Koçan, Ilgın Seymen, İrem Tok, Jale Çelik, Kemal Seyhan, Kezban Arca Batıbeki, Komet, Maide Bulak, Murat Germen, Nazif Topçuoğlu, Nejat Satı, Nermin Er, Nezaket Ekici, Orhan Cem Çetin, Osman Dinç, Seçkin Pirim, Sevim Sancaktar, Seydi Murat Koç, Seza Paker, Sıtkı Kösemen, Sümer Sayın, Tuğberk Selçuk, Yaşam Şaşmazer, Yağız Özgen, Yeşim Akdeniz, Yıldız Şermet, Zeynep Kayan.
Contemporary İstanbul basın duyurusundan.
öyle bir şey
Bir fotoğrafta kimse görünmüyorsa, fotoğrafçı ayrıcalıklıdır.
Bir fotoğrafta sadece bir kişi görünüyorsa, o kişi ayrıcalıklıdır.
Bir fotoğrafta iki kişi görünüyorsa, kendisini ikinci sayan kişi ayrıcalıklıdır.
Zira kainattaki diğer herşey dışarıda bırakılmış, sadece o içeri buyur edilmiştir.
Bu fotoğraf, ara sıra göz attığımızda bizi zamanda, henüz o günü yaşamadığımız daha eski bir noktaya savuran, işi bitmiş, süslü ve atmaya kıyamadığımız davetiyeler gibidir.
Davet bitmiş, ortalıkta kimse kalmamıştır ama, dahil edilmiş olmanın gururu bize ömür boyu yetecektir.
cemre için;
orhan cem çetin / mayıs 2012
If no one appears in a photograph, the photographer is privileged. If only one person appears in a photograph, that person is priviliged. If two people appear in a photograph, only the one who assumes to be secondary is privileged. Because, everything in the universe has been excluded and only that person has been admitted in. That photograph is like those fancy invitation cards which are both obsolete and indispensible and which, as we occasionally glance over, throw us away to a point in the past where we have not enjoyed the day yet. The event is over and no one is around but the honor of having being invited will last us a lifetime. for cemre; ocç / may 2012
Bu siteye erişim engellenmiştir.
Bugün, tam 20 yıl aradan sonra, -üşenmeyip hesapladım- hayatımda dördüncü kez hakim karşısına çıktım.
Kapısından içeri girdiğim her adliye binası, bir öncekinden katbekat büyüktü, bunu farkettim.
Ama bu defa, hayatım boyunca içinde bulunduğum en büyük, en görkemli devlet kurumunda, Çağlayan Adalet Sarayı’ndaydım. Bina o kadar büyüktü ki, “kör adalet / gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” manasındaki, elinde terazi tutan gözü bağlı kadın heykelinden, girişteki basamakların yanlarına bir değil iki tane dikmek zorunda kalmışlardı.
Bir ülkenin en büyük binalarından birinin adliye binası olması beni hayli tedirgin etti. Meğer ne kadar şikayetçiymişiz birbirimizden.
Neden oradaydım? 20 Mayıs tarihinde sonlanan, katılan sanatçılar arasında benim de bulunduğum Müze İçinde Bir Müze sergisinden daha önce söz etmiştim. Sergideki en sert ve dolayısıyla belki de serginin önermesine en yakın işi yapan Elif Öner, geçtiğimiz günlerde imza karşılığı teslim edilen sevimsiz bir sarı zarf yoluyla, Elgiz tarafından mahkemeye verildiğini öğrenmişti. Sergide bir dizüstü bilgisayar ekranında izlenen, elgizmuseum.com ve proje4l.com adresli, web sitesi formatındaki işin zorla kapatılması söz konusuydu. Bunun bir heykelin yıkılması, bir kitabın tüm kopyalarının yakılması, bir resmin yırtılıp yok edilmesinden farksız olduğunu hatırlatma ihtiyacını hissediyorum.
Bugün arka sırada sessizce izlediğim duruşmanın konusu işte buydu.
Sergimizin temel nedeni, sanatçı-koleksiyoner-müze-para-vs ilişkilerinin sorunlu alanlarını, dinamiklerini deşifre etmek, açığa çıkartmaktı. Elgiz ile çatışmalar serginin açıldığı anda başgöstermiş ve hem basına hem de sosyal mecraya yansımıştı. Sergiyi neden geriye çekmediğimizi soran çok oldu. Sergiyi geri çekmedik, zira yukarıda özetlediğim gibi bu bir sergi olmanın ötesinde bir etkileşimdi ve bizler sergimizden gayet memnunduk; süreci sonuna kadar yaşamak niyetindeydik.
Bugün tanık olduğum duruşma da bana kalırsa sergi sürecinin en kritik aşamalarından biriydi. Sergiyi küratör Fırat Arapoğlu dahil olmak üzere 13 kişi biraraya gelerek gerçekleştirmiştik. İşler takvim gereği salondan kaldırılmış olsa da çatışma sürüyordu. Gel gelelim, bugün sergiyi yapan gruptan Elif Öner (haliyle), Çağrı Saray ve bendeniz dışında kimse ortalıkta yoktu. Açılışa gelip de mahkemeye gelmeyen arkadaşlarımı, ne yapayım, açıkça yadırgıyorum. Sergiyle ilgisi olmayan, buna karşın davanın önemini ve Elif’in ruh halini kavramış olan bir avuç sanatçı arkadaşı ve bir basın mensubu ile birlikte yine de sıraları doldurduk ve galiba çok iyi yaptık.
Dava, sözde haksızca edinilmiş bir web adresinden Elgiz’in marka itibarını zedeleyen çokafadersiniz ayıp içerik sunan Elif’e karşı açılmış, ticari itibar/menfaat tecavüzü odaklı, özetle ahlak referanslı “ticari” bir davaydı.
Elif’in bir başka Elif olan avukatı, söz konusu web içeriğinin bir buçuk ay boyunca Elgiz tarafından müze mekanında sergilendiğini, bilirkişi raporunda Elgiz markalı herhangi bir ürün tanıtımı ve satış yapılmadığının belirtilmiş olduğunu anlatarak davacı tarafın kendileriyle çeliştiklerini ortaya koydu, işin bir sanat eseri olduğunu hatırlattı. Kaldı ki, Elgiz koleksiyonunda Gilbert&George, Nan Goldin, Tracy Emin gibi marjinal sanatçıların işlerinin bulunduğunu ve aynı mekanda sergilendiklerini hatırlamalıyız.
Buna karşın hakim, bir sonraki celseye kadar tedbir mahiyetinde, Elif’in söz konusu sitelerine Türkiye’den erişimin engellenmesine karar verdi. Belli ki biraz daha düşünülecek, biraz daha görüş alınacak ve ikinci celsede kesin karar verilecek.
Ben, bu kadarının bile bir skandal olduğunu ve örnek oluşturacak bu davaya sanat çevrelerinin daha fazla ilgi göstermesi gerektiğini düşünüyorum.