postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Posts Tagged ‘Tayfun Serttaş

Başkalarının Mutluluğuna Bakmak

leave a comment »

Bir fotoğrafçının herhangi bir nedenle gizli tuttuğu, sergilemediği, kendisine sakladığı, belki fotoğrafların içinde görünen kişilerin üçüncü şahıslarla paylaşılmasına rıza göstermedikleri çalışmalarını sergilemeye hakkımız var mı?

Tayfun Serttaş’ın “Flashblack” başlıklı sergisini son günlerinde ziyaret etme fırsatı buldum. Serginin Twitter duyuruları ilgimi çekmişti. Serttaş’ın yıllardır yaptıkları zaten, tanışmamıza vesile olan Stüdyo Osep’ten bu yana, ilgimi çekiyor.

Serginin başlığı ayrıca davetkar. İyi ki Türkçe versiyonu da kullanılmaya kalkışılmamış. Bu kadar incelikli ve derin bir sözcük oyunu mümkün olmazdı. ‘Flash’ malum, fotoğrafçıların standart ışık kaynağı. Aynı zamanda, ani ve güçlü bir ışık patlaması, ayrıca aniden ortaya çıkartmak, yüzüne çarpmak anlamına da geliyor. ‘Black’ ise malum, fotoğrafın temeli. Fotoğraf, beyazın üzerine siyahın düşürülmesiyle başladı ve mümkün oldu. Karanlığı, karanlıkodayı, kara çalmayı da hatırlatıyor. Tüm bunların toplamının ortasında yükselen ‘flashback’, yani geçmişin tüm şiddetiyle aniden hatırlanması çağrışımından söz etmeye bile gerek yok.

Sergiyi Tayfun Serttaş’la birlikte izleme ve ilk ağızdan motivasyonunu, niyetini, bu işi nasıl konumlandırdığını dinleme fırsatı buldum.

Serginin ana parçası, -Serttaş’ın 2011 yılında insanüstü bir çabayla restore ederek Foto Galatasaray projesiyle ortaya çıkarttığı- stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan arşivinden seçilmiş, kartpostal boyutunda, tam 11 bin adet siyah-beyaz baskıdan oluşan, anıtsal boyutlarda bir duvar yerleştirmesi. Sergiye ev sahipliği yapan PİLEVNELİ’nin üç kattan da izlenebilen yekpare bir duvara sahip olması büyük şans.

Yerleştirmenin İstanbul özelinde Türkiye’nin geçmişine dair neyi görünür yaptığı ve Şahinyan’ın kişiliği hem “Flashblack” hem de Foto Galatsaray hakkında kaleme alınan başka yazılarda yeterince tartışıldı.

Ben fotoğraf disiplini ve sanat bağlamında başka bir noktayı tartışmaya açmak niyetindeyim. Her ne kadar Tayfun Serttaş konuşmamız sırasında “Flashblack” işini Stüdyo Osep ve Foto Galatasaray çalışmalarıyla bu anlamda hiçbir şekilde ilişkilendirmek istemediğini vurgulamış olsa da dışarıdan bir bakış ister istemez bir dizge görüyor. Bana kalırsa, bu dizge üzerinden yürüyerek son işin hangi düzlemde ele alınması gerektiğini daha rahat konuşabiliriz.

Konu, bir fotoğrafçının arşivinin, hatta hayatının, varoluşunun bir sanat mekanında sergileniyor ve altına başkasının imza atıyor olması.

Bu oldukça kafa karıştırıcı bir durum. Stüdyo Osep sergisi sırasında beni özellikle sarsan durum, o tarihlerde hayatta olan ve açılıştan itibaren serginin yer aldığı NON Galeri’den hiç ayrılmayan Osep Bey’in sergiyi kendisi açmış gibidavranıyor olmasıydı. Belki de ben öyle hissettim ama bu duygu bana da sirayet etmiş; sergi vesilesiyle hazırlanan kitabı müellifi olan Tayfun’dan önce Osep Bey’e imzalatmıştım. Hatamı sonradan fark edip Tayfun’dan özür dilediğimi ve kitabını ona da imzalattığımı hatırlıyorum.

Bu arada Serttaş’ın yaptığı işleri olağanüstü kıymetli ve saygıdeğer bulduğumu, özellikle “Flashblack” karşısında yaşadığım izleyici deneyiminin çok ama çok sarsıcı olduğunu belirtmeliyim. Mevcut tartışma kesinlikle işin değeriyle ilgili değil. Daha çok işin nasıl okunacağı ve Serttaş’ın yaratıcı dokunuşunun nerelerde aranacağıyla ilgili.

Fotoğrafın kendi kısa tarihine baktığımızda başkalarının fotoğraflarının sergilendiği vakalar görebiliyoruz. Benim ilk aklıma gelen Sherrie Levine’ın ünlü işi “After Walker Evans” (“Walker Evans’ın Ardından”) oldu. Levine 1981 yılında New York’ta sergilediği seride Walker Evans’ın bir sergisinin katalog sayfalarını fotoğraflayarak elde ettiği röprodüksiyonları, başkaca hiçbir işlem yapmadan kendi imzasıyla sunmuştu.

Sanatçı özellikle orijinallik, sanatçı kimliği, müellif (telif sahibi) ve erkeklerin baskın olduğu bir sanat tarihi dökümünü tartışmaya açmak için takındığı bu tutumu başka fotoğrafçıları kopyalarak sürdürdüğü gibi, resim ve heykel gibi diğer disiplinlerde de tekrarladı. Levine’ı kavramak için onun kimliğiyle birlikte, kopyaladığı isimlerin kimliklerine ve sanat dünyasında işgal ettikleri yerlere bakmak gerek.

Bir başka vaka da son yıllarda çokça konuşulan Vivian Maier külliyatının, belki de fotoğraf tarihinin en sürprizli buluşu olarak ortaya çıkmasıdır. Bir ‘mürebbiye’ olan Maier, bugün hayranlıkla izlenen fotoğraflarını izin gününde sadece çekmiş, çoğunun banyo işlemini bile yapmamış ya da yaptırmamış, dolayısıyla fotoğraflarının büyük bölümünü kendisi hiçbir zaman görmemiş, belli ki sergilemeyi de aklından geçirmemişti. Kirası uzun süre ödenmeyen bir deponun boşaltılması ve içeriğinin mezatla satılması sırasında ortaya çıkan, binlerce makara orta-format negatiften oluşan arşivi görünür yapanlar da başta sanat dünyasından kişiler değildi.

Çağdaş Alman fotoğrafçı Thomas Ruff’un, bilgisayarında spam mail eki olarak biriken jpg görüntüleri ve Google Street View’dan aldığı ekran görüntülerini kendisine mal ederek sergilemesi verimli tartışmaların kapısını aralayan işlerdir.

Bir başka örnek, 1800’lerin sonlarında New Orleans’ta yaşayan ve hayatı boyunca gizlediği seks işçisi portreleri ölümünden sonra ortaya çıkarılan Ernest J. Bellocq’tur. Hayattayken endüstriyel fotoğrafçı olarak bilinen Bellocq’un gizli arşivini bulup titiz bir çalışmayla ortaya çıkaran, yine bir başka fotoğrafçı, Lee Friedlander olmuştu.

Şu soruyu sormamız gerekmez mi; bir fotoğrafçının herhangi bir nedenle gizli tuttuğu, sergilemediği, kendisine sakladığı, belki fotoğrafların içinde görünen kişilerin üçüncü şahıslarla paylaşılmasına rıza göstermedikleri çalışmaları sergilemeye hakkımız var mı?

Fotoğraf alanının dışına çıkacak olursak özellikle hazır-yapıt alanında, sanatçının kendi elinden çıkmamış, sadece bağlamı kaydırılarak ve yeni bir kurgu içinde yeniden sunulmuş nesnelerin, görüntülerin, efemeranın sergilendiği sayısız örnek bulabiliriz.

Türkiye’den de “Flashblack” ile bazı noktalarda paralellikler taşıyan iki işi anmak istiyorum.

Bunlardan ilki, Serkan Özkaya’nın 2000 yılında Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nin cam cephesinde sergilediği, 30 bin adet 35mm diapozitif (saydam) fotoğraftan oluşan “Dünyanın en büyük karma sergisi” işi. Açık çağrı yaparak topladığı fotoğrafları bir görüntü bombardımanı olarak sergileyen sanatçı, bu işi dünyanın başka kentlerinde de tekrarladı. Özkaya’nın “Davut heykeli” gibi röprodüksiyon işleri olduğunu da hatırlayalım.

Bir diğer çalışma yakınlarda Versus’ta sergilenen, bulunmuş fotoğrafların ıslak kolodyon yöntemiyle yeniden üretildiği, Yusuf Murat Şen’in “Fading Away” sergisiydi.

Saydığım örneklerin her biri elbette kritik noktalarda farklılıklar arz ediyor ancak belli noktalarda da Tayfun Serttaş’ın “Flashblack” işine ışık tutabilecek tartışmalara işaret ediyorlar.

Serttaş’ın işini konumlandırmakta güçlük çekiyorsak, bunda etkili olan noktalar arasında öncül ve fotoğraf ağırlıklı sergilerin varlığı (Stüdyo Osep ve Foto Galatasaray), Serttaş’ın sanatçı kimliği, işin bir ticari galeride sergileniyor olması, sergilenen fotoğrafların tek bir fotoğrafçının arşivinden çıkmış olmaları (anonim olmamaları), fotoğraflarda görülen insanların ve Şahinyan’ın kendisinin böyle bir sergilemeye rıza gösterip göstermeyeceklerinin belirsizliği, serginin girişinde yer alan bilgilendirme panolarında Şahinyan ve arşiv hakkında çok fazla bilgi veriliyor olması sayılabilir.

Serttaş’ın bu noktaların tümüne vereceği yanıtlar var. Nispeten yorumsuz birer arşiv dökümü olan önceki sergilerden farklı olarak, “Flashblack” tümüyle Serttaş’ın Şahinyan arşivinden seçtiği fotoğrafları anıtsal bir enstalasyon halinde yorumlamasından oluşuyor. Serttaş’a göre, stüdyo bir kamusal alan türü. Zaten bir yabancının (fotoğrafçının) karşısındalar. Evlerinin gizliliğinden çıkmış durumdalar. Bu nedenle fotoğraflarda görülen bireyler bu fotoğrafları kendileri ve yakınları için çektirmiş olsalar da başkaları tarafından görülebileceğini baştan kabul etmiş oluyor. Maryam Şahinyan’ın, yani başka bir fotoğrafçının üretiminin sergilenmesine gelince; Serttaş, öncelikle kendisinin bir fotoğrafçı olmadığını, fotoğraf disiplini adına bir iş yapmadığını, üstelik Şahinyan’ın da bir sanatçı olmadığını vurguluyor. Bu nedenle, ortaya çıkan işte fotoğrafçının göz ardı edilen bir sanatçı katkısı yok.

Tüm bunlar, üzerinde derinlemesine düşünülmüş bir konsept geliştirme sürecine işaret ediyor. Ancak çok fazla varsayıma dayanılıyor ve özellikle Maryam Şahinyan ile arşivin gün yüzüne çıkması süreci hakkında fazlasıyla ayrıntılı bilgi sunulduğundan, izleyicinin sergilemeyi kişisel bir sanat işi olarak değil, yine bir arşiv dökümü olarak algılaması riski var.

Gerçi bu ne kadar önemli, emin değilim. Tekrar sıradan bir izleyici konumuma geri çekilerek işin karşısında çok güçlü bir tecrübe yaşadığımı, işin son derece etkileyici olduğunu ve Serttaş’ın izleyici deneyimini sergi kurgusuyla bir hayli derinleştirdiğini söyleyebilirim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

 

Yazı ve fotoğraflar: Orhan Cem Çetin
Mayıs 2018 
IstanbulArtNews Haziran-Temmuz-Ağustos 2018 Sayı 53’ten alınmıştır.

Bu kadar az, bu kadar çok.

with 2 comments

AGOS 16 Ağustos 2013

(AGOS‘a ve Sn. Zeynep Ekim Elbaşı’ya teşekkürlerimle.)
 

İnsanın hayatını, kişiliğini, hayallerini, hedeflerini, becerebildiklerini, vicdanını tümden değiştiren, dönüştüren, inşa eden kişiler vardır. Annesi, babası, ilkokul öğretmeni, sevgilisi, evladı, üniversite hocaları, sırdaş dostları gibi.

Bu kişilerle birlikte geçirdiğimiz zamanları ve onlarla aramızdaki güçlü bağları düşünecek olursak,  bunda şaşacak bir şey yok.

Öte yanda yine bazı insanlar vardır ki, onlarla pek az zaman geçirseniz de zihninize çakılıp kalır, bir yanınızı kendilerine benzetir, ömür boyu sizle gezerler.

Benim için Osep Bey işte böyle biri. Şöyle bir düşündüm. Onu 1987 yılında tanımışım. Birlikte geçirdiğimiz zamanları -telefon görüşmelerimiz ve bana düzenli olarak yolladığı bayram tebriklerini okuduğum süreler dahil- toplasak belki 24 saat etmez. Şaşırtıcı değil mi? Buna rağmen, onu hafızamıza uğurladığımız ve çokça andığımız şu günlerde, onu iyi tanıyanlardan, yakınlarından biri addediliyorum. Ben de zaten böyle hissediyorum.

Yıllara yayılan kısa karşılaşmalarımızda bendeki izi derinleşti, saygım, sevgim, muhabbetim her defasında arttı. Onun hakkında söyleyebileceklerimi, Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep sergi kitabında yer alma şansı bana bahşedilen başka bir yazımda tükettim. O yazıyı yazarken, ustanın da okuyacağını biliyor, adeta ona gecikmiş bir mektup gönderiyormuş gibi hissediyordum.

Yeni ne söyleyebilirim bilmiyorum. Mesleğindeki üstün seviyesine rağmen asla kimseye büyüklenmemesi, olağanüstü kibarlığı, kulaklarımdan hiç gitmeyecek olan çocuksu konuşma tarzı, bir felaketler zinciri olan hayata asla küsmeyişi ve onca çaresizliğe karşın hırçınlaşmaması, erdemlerini koruması, korumak ne kelime, katlayarak artırmış olması hepimiz için büyük bir derstir.

Osep Bey, şu sözün kanıtıdır:

Bilge kişi diye, hayatı boyunca yalnızca kişiliğine yatırım yapmış olanlara denir. Öyle ki, onlar sahip oldukları herşeyi kaybetseler de değerlerinde en ufak bir azalma olmaz.  

Onunla meslekdaş olduğumuz için tanıştık. Konuşmalarımıza çoğunlukla fotoğrafı bahane ettik. Oysa sanırım aramızdaki en önemsiz, en ıvır zıvır konu fotoğrafçılıktı ve bunu çok iyi biliyorduk. Ben ondan önce hayata şimdi de ölüme dair çok şey öğrendim. Ona herhangi bir şey verebildim mi bilmiyorum. Biliyorum, ara sıra beni düşünürdü. Eğer o sıralarda gülümsüyor idiyse, bu da bana ziyadesiyle yeter.

Orhan Cem Çetin / Ağustos 2013

Written by Orhan Cem Çetin

18 Ağustos 2013 at 20:55

Pat // Stalemate

Oyun bitti. Piyon son sıraya ulaştı, vezire dönüştü. Buna rağmen oyun pat oldu, hayat ve kader berabere kaldı.

Game is over. Pawn reaches the 8th row, becomes a queen. The game is still a tie, neither life nor fate wins.

Hoşçakalın Osep Bey. Unutturulmaz bir dostsunuz.

Written by Orhan Cem Çetin

11 Ağustos 2013 at 05:31

çektim i_shot kategorisinde yayınlandı

Tagged with , , , ,

Biraz Kimya, Biraz Rüya.

leave a comment »

Bu yazı, 14 Ekim – 14 Kasım 2009 Tarihleri arasında İstanbul’da, Galeri NON‘da Tayfun Serttaş tarafından gerçekleştirilen Stüdyo Osep isimli sergiye paralel olarak hazırlanan aynı isimli kitap için yazılmıştır. Tanıdığım en unutulmaz insanlardan biri olan Osep Bey için hissettiklerimi yazıya dökmeme vesile olan sevgili Tayfun Serttaş’a ve Derya Demir’e çok teşekkür ederim.
 
(Please find the English translation further below)

Fotoğrafçılık tuhaf bir meslektir. Garip bir karma, sihirli bir harmandır bu iş. Biraz ondan, biraz bundan. Biraz mühendislik, biraz ressamlık, bir miktar sebat, bolca merak, biraz kimya, biraz rüya, üstüne arzuya göre inat. Sırdaşlık ve keskin nişancılıkla tamamlanır bu gizli formül.

Çok şey yazılıp çizildi fotoğrafçının şuuraltı hakkında. Röntgencilikten girip unutkanlıktan çıkan, onu hakikatın katlinden tutun da, büyücülükle, günahkarlıkla, yalancılıkla suçlayan, bir yandan da tarih yazıyor, her nasılsa anları ölümsüzleştiriyor diye yerlere göklere sığdıramayan türlü yergi ve övgülerin hedefi oldu fotoğrafçılar.

Her fotoğrafçı, kendi özgün harmanı ile üslubunu çizer, külliyatını buna göre oluşturur, kaderini tab eder. Derler ki, bir fotoğrafçı aslında hayatı boyunca kendi belgeselini çeker. Buradaki işlere bir de bu gözle bakın. Bugüne ulaşabilen fotoğraflarının pek azında kendisinin görünmesine karşın, Osep Minasoğlu’nun sıradışı öyküsünü bir çırpıda göreceksiniz.

Tanıdığım ilk hakiki fotoğrafçılar, Üsküdar’da, Doğancılar Yokuşu’ndaki Foto Kenan ve karanlıkodacısı Zühtü idi. 40 yıl önceki o günlerden bugüne sayısız meslekdaşımla tanıştım. Beyazıt Meydanı’ndaki kör Polaroidci’den Şahin Kaygun’a, Josef Koudelka’dan Juergen Teller’e kadar çok farklı harmanlara bizzat tanık oldum. Hiçbiri beni Osep Bey kadar şaşırtmadı, hiçbirinden daha büyük bir hayat dersi almadım.

Fotoğrafçılar biraraya geldiklerinde -ne yazık ki- en çok alet edevattan, tekniklerden, çekimlerden söz eder, kimin daha iyi olduğunu kanıtlama çabasına girerler. Osep Minasoğlu kadar anlatacak teknik bilgileri, karanlıkoda deneyimleri, icatları olsaydı, emin olun uykularında bile konuşurlar, saatin kaç olduğunu sorsanız size kimyadan ne kadar iyi anladıklarından dem vururlardı. Osep Bey ise, hala anlayamadığım çocuksu bir tevazu, bir talihsizlikler zinciri olan hayatına karşı gösterdiği benzersiz tevekkül ile, onu tüm birikimlerine karşın ustalıkla öğüten hırçın, umursamaz piyasanın kıyısında, sessizce sürüklenmeyi seçmiştir.

Onu ilk tanıdığımda, fotoğraf malzemeleri ithal eden, bir zamanların Darfilm firmasında teknik yönetici olarak çalışıyordum. Yeşilçam’a ORWO marka, Doğu Almanya ürünü sinema filmleri pazarlıyor, teknik destek veriyorduk. Osep Bey, firmanın Galatasaray’daki binasına bir öğle tatilinde girip, boş odaları yoklayarak sonunda 3. katta tesadüfen beni bulmuş ve sinema filmleri hakkında bilgi almak istediğini söylemişti, her zamanki olağanüstü kibarlığı ile. Anlattığı uygulama beni hayrete düşürmüştü. Düşük bütçelerin özellikle sinema sektöründe şaşırtıcı çözümlere vesile olmasına alışıktım ama böylesini hiç duymamıştım. Osep Bey, İstanbul’a dair turistik fotoğraflar çekip negatiflerini yan yana, kare kare birleştirerek delikleri ustalıkla hizalanmış uzun bir şerit elde ediyor, şeridin iki ucunu birbirine tutturup halka haline getiriyor, daha sonra bu sonsuz şeridi pozlama ünitesini kendi uygulamasına göre dönüştürdüğü bir sinematografik baskı makinesinde pozitif filme basarak, kendi hazırladığı kimyasallarla banyo ediyor ve sonuçta saydam, pozitif kareler elde ediyordu. Bu kareler daha sonra karton çerçevelere yerleştirilip turistlere İstanbul “slaytları” olarak satılıyordu. Osep Bey Darfilm’e, maliyeti nispeten düşük olan ancak kimyasal yapısı dünya standartlarından farklı olan ORWO filmlerin böyle bir uygulamada iyi sonuç verip vermeyeceğini öğrenmeye gelmişti. Yanıtı kolay verilemeyecek bir soruydu bu. Ona bazı formül kitapları, teknik dokümanlar vs. armağan ettikten sonra, arayı açmadan Ağa Camii Sokak’taki stüdyosunu ziyaret ettim. Beni ilk önce, hanın girişindeki starlet fotoğrafları ile dolu vitrini karşılamıştı. Uçsuz bucaksız stüdyosunu, bana daha önce anlatırken bir türlü hayal edemediğim o tuhaf baskı makinesini hayretle izledim.

Daha sonra Osep Bey, kendisine gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bana bir portremi ikram etmek istediğini söyledi. Işıkların altına oturdum. Usta, devasa bir Linhof kamerayı tekerleklerinin üzerinde sürükleyerek karanlığın içinde kaybolup gitti. Uzaktan bana seslendiğini duydum. “Cem beyciğim, ben hep teleobjektifle uzaktan çekerim. İnsanın burnunun dibine girmeyi sevmem. Hem o zaman müşteri de rahatsız olur, huzuru kaçar, fotoğrafta iyi görünmez.”

O fotoğraf, bakışlarımın karanlık stüdyonun derinliklerinde Osep Bey’in yumuşak, hüzünlü çehresini aradığı o görüntüm, benimle birlikte dünyayı dolaştı. Osep Bey ise, son sıraya ulaşmaya çalışan bir piyonun telaşlı ve yavaş adımları ile, bir satranç tahtasının içinde sıkışıp kaldı.

Gençliğinden çok çocukluğunu, fotoğraf makinelerinden çok beslediği kedileri anlatmayı seven bu adamı tanıyın. Fotoğrafçılığı kitaplardan öğrenebilirsiniz ama “fotoğrafçı olmaya” dair Osep Bey’den öğrenebilecekleriniz, bu formülden, bu harmandan başka hiçbir yerde yok.

Ben, ona minnettarım.

Eylül 2009, İstanbul

 
 
The following was written for the book Stüdyo Osep, a parallel publication for the exhibition with the same title by Tayfun Serttaş at Galeri NON, İstanbul, between 14 October – 14 November 2009. I would like to sincerely thank Tayfun Serttaş and Derya Demir, for letting me put into words my deep feelings about “Osep Bey”, one of the most memorable persons I have known in my life.

A bit of chemistry, a bit dreamy.

Photography is a peculiar profession. It is an extraordinary mixture, a magical blend. A bit of this, a wisp of that. Some engineering, some painting, an amount of patience, a whole lot of curiosity, a bit of chemistry, a bit dreamy, top it off with stubbornness, to your taste. This hidden formula is finally completed with secret keeping and sharpshooting.

So much has been said about the subconscious of the photographer. From peeping to amnesia, from being the murderer of reality to occultism, from being sinfulness to being a liar, next to being highly praised for writing history and somehow preserving moments to eternity, photographers have been  the target of all sorts of greetings and condemnation alike.

Every photographer shapes his/her style with a unique blend, builds his/her body of work accordingly and prints his/her fate. The saying goes that actually every photographer shoots a self-documentary throughout his/her life. Look at the images here with this in mind as well. Although he appears in very few of his photographs which were able to survive, you will immediately see the amazing story of Osep Minasoğlu.

The first real photographers I had met were “Foto” Kenan and his darkroom technician Zühtü at Üsküdar, Doğancılar. During the 40 years that passed since then, I have met with so many others, from the blind Polaroid photographer at Beyazıt Square to Şahin Kaygun,  from Josef Koudelka to Juergen Teller, personally witnessing so many different blends. None was a bigger surprise, a bigger life lesson for me than Osep Minasoğlu.

When photographers gather, they -unfortunately- talk mostly about tools, gadgets, techniques and jobs in an effort to out-skill one another. If they had as much technical knowledge, darkroom experience and inventions as Osep Mianasoğlu, I assure you, they would talk even in their sleep and if you ask them the time, they would mention how well they know chemistry as a reply. Osep Bey on the other hand, with his childish modesty I am yet to understand, with his exceptional resignation against his life, a chain of mischieves, silently chose to be swept away at the edge of the indifferent trade, being skilfully shredded despite all his merits.

When I first met him, I was working for a now closed major importer of photographic goods, namely Darfilm company, as technical manager. We used to sell ORWO brand, East German cinematographic films to Yeşilçam, the local movie industry, also providing technical support. Osep Bey had walked into the building at Galatasaray during a lunch break and checking the empty offices had made his way to the 3rd floor, finally meeting me by sheer luck. He told me that he needed information about cine films, being as courteous as he always is. The application he had in mind was unbelievable. I used to come across amazing technical solutions caused by tight budgets especially in the film industry but this was unheard of. Osep was shooting touristic views of İstanbul with colour negative film, splicing individual frames one by one into a carefully registered 35mm strip, further splicing the two ends of the strip into a loop, he would print the images to positive film on a cinematographic printer that he had himself modified for this specific purpose. He then processed the printed film in chemicals he mixed himself. The result was positive transparencies. These images were later mounted into cardboard frames and sold to tourists as “slides” of İstanbul. Osep Bey had come to Darfilm in order to find out if ORWO film stock, considerably cheaper but with a non-standard chemical structure, would yield acceptable results. It was a difficult question indeed. After presenting him formula books, technical sheets etc. I soon visited him at his studio located at Ağa Camii Street, at Beyoğlu. Starlette photographs stacked in a display welcomed me at the gate of the building. I watched with amazement his vast studio, his weird printer I was unable to visualise when he was describing it to me earlier.

He then told me that he would like to offer me a portrait in exchange for the attention I had paid for him. I sat under the lights. The master photographer, towing a huge Linhof camera on its wheels, slowly disappeared in the darkness. I heard him shout from a distance. “Dear Cem bey, I always shoot from far away, using a tele lens. I don’t like being too close, to work under someone’s nose. That makes the client disturbed and uneasy, and that also ruins the picture.”

That photograph, my image where I am depicted trying to catch a glimpse of Osep’s soft, sad face in the depths of the dark studio, travelled the world with me. Alas, Osep himself got trapped inside a chess board, with the uneasy and slow pace of a pawn, striving to reach the final row.

Get to know this man, who likes talking about his childhood rather than his youth, cats he is taking care of rather than his cameras. Books may teach you photography but what you may learn from Osep Minasoğlu on “being a photographer”, you cannot find anywhere else but here, in this formula, in this blend.

I am;  myself, grateful to him.

September 2009, İstanbul


Written by Orhan Cem Çetin

21 Şubat 2011 at 13:03

%d blogcu bunu beğendi: