Posts Tagged ‘Viyana’
Karnı Yarık Kentler

İngilizce’de “rakip” anlamına gelen “rival” sözcüğünün, Latince “rivus” yani “nehir” kökünden geldiğini biliyor muydunuz? Buna göre birbirinin rakibi olmak, bir nehrin karşılıklı iki yakasında yaşayıp aynı sudan yararlanarak (ya da belki aynı suyu kirleterek!) bir diğerinin tepesini attırmak anlamına geliyor.
Dünyanın neredeyse tüm büyük kentlerini, çoğunlukla “kanal” adı verilen bir su şeridi ikiye böler. İstanbul, Londra, Paris, Viyana, Kahire en iyi bilinenlerinden birkaçı. Bir de suyun tümüyle paramparça ettiği kentler var: Venedik ve Amsterdam gibi.
Su yoksa, sur var ya da bir ana cadde var kentin karnını boydan boya yarıp geçen, Ankara’da olduğu gibi. Kentin sakinleri adeta ihtiyaç duyuyor bu bölünmeye.
Kentlerin su kenarında kurulmasında şaşıracak bir şey yok tabii ki. Ama İzmir’deki Karşıyaka’ya ne buyurulur? Bir körfezin iki yakası olur mu? Olsa olsa iki ucu olur. Besbelli uydurulmuş bir karşı, uydurulmuş bir yaka bu. Karşıyakalıların asla kendilerine İzmirli demedikleri, her daim Karşıyakalılıkları ile övündükleri de İzmirlilerin geri kalanları tarafından aktarılır. Demek ki, suyun diğer tarafındakini dışlama, aşağılama eğilimi de işin bir parçası. Malum, İstanbul’un Asya yakasındaki en eski yerleşimlerden Kadıköy’ün eski adı Kalkedonya’nın da yanlış yakaya yerleştiklerini düşünen karşı taraflılar tarafından verildiği, zira Kalkedonya’nın “Körler Kenti” anlamına geldiği söylenir.
İlle de bir karşı, bir karşıt, bir rakip gerekiyor sanki.
Kentlerin su kenarına kurulmasında devreye giren malum doğal ihtiyaçlara (avlanma, ulaşım, sulama vb) bir de doğadaki en temel varoluş kurallarından, ihtiyaçlarından “karşıtlık” ilkesini de ekleyebilir miyiz acaba? Uzak Doğu felsefesinde Ying-Yang’la temsil edilen, doğanın, insan kültürünün diyalektiğinden söz ediyorum.
Hocam Gündüz Vassaf, Radikal gazetesindeki Uçmakdere yazılarından birinde doğada eşeysiz üremenin çok sayıda örneği varken, neden kadın ve erkek cinsiyetlerinin varolduğunu sorgular. Doğada tek cinsiyet de olabilir, kendi kendimize ürememiz mümkün olabilirdi besbelli. Bana göre de kainatta hiçbir olgu, hiçbir madde, hiçbir hareket nedensiz değildir ve büyük olasılıkla bir ihtiyaca cevap vermektedir. O halde kadın ve erkek neden varoldu? Neden İstanbul’da ya da Londra’da ya da Paris’te, aynı kenti paylaşan vatandaşlar kendilerine “karşı taraf” yaratma ihtiyacı hissediyorlar?
Referans noktasının sürekli kayması, suyun iki yanının da hem “bu taraf” hem “karşı taraf” olması, ortada net bir konumlama olmadığını, sadece bir karşıtlığa ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Karnı yarık kentlerde yaşayanların çoğunlukla evleri ile işyerlerinin farklı yakalarda bulunması saçmalığı bile bu ihtiyaçla açıklanabilir belki.
Birkaç ay önce ben bu külfeti hayatımdan çıkartmak adına işyerimi İstanbul’un Avrupa yakasından Asya yakasına, evimin -30 km yerine- 300 adım ötesine taşıdım. Ama yine arada bir cadde var. Kader mi, ihtiyaç mı bilemiyorum artık. Bu arada, taşındığımı duyan dostlarım “Üff, amma uzağa gitmişsin,” diyorlar. Oysa ben yakına geldiğimi düşünüyorum. Kendi yakınıma. Acaba hata mı ettim? Doğanın diyalektiğine ters mi düştüm?
Karşıtlık ihtiyacına dönecek olursak, tabii ki bir tezim var bununla ilgili. Dediğim gibi, kainatta kusursuz bir nedensellik varsa, her olgu bir ihtiyaca yanıt veriyorsa, kendine bir rakip, bir karşıt, bir karşı yakalı bulma çabası da bir ihtiyaca cevap vermek zorunda. O halde bu ihtiyaç nedir?
Rekabetin sinerji yarattığını kimse inkar etmeyecektir. Doğru ya da yanlış, rekabet bir yarış hali, diğerinden iyi olma çabası, bir seçme ortamı oluşturur. Gündüz Vassaf’ın söylediklerine dönecek olursak, belki de kadın ve erkek cinsiyetlerinin evrim için gerektiğini söyleyebiliriz. Üreyebilmek için karşıtını bulma gerekliliği bir seçim yapma, bir tercih kullanma gerekliliğini de yanında getiriyor. O zaman da bu tercih sırasında kullanılacak ölçütler devreye giriyor. Yaş, güzellik, doğurganlık vb. ölçütler. Birey, partner seçiminde özüne yaklaştıkça, yakın akraba evliliklerinde olduğu gibi evrimin yönü değişiyor, tersine dönüyor. Düşünün, kendi kendimize üresek neler olur, insanlık (ya da tüm cinsiyetli hayvan türleri) nasıl ucubelere dönüşürdü.
Bana kalırsa, kainatı yöneten belli başlı birkaç kural var. Bu da onlardan bir tanesi. O nedenle, cinsiyetlerin varolmasını gerektiren yukarıda söylediklerim doğruysa, aynısı tüm karşıtlıklar için, diyalektiğin tümü için geçerli.
Kısacası, karşıt bulma ihtiyacı evrim için gerekli gibi görünüyor. Karşıt olsun ki, rekabet doğsun. Kendimizi kıyaslayabileceğimiz bir referans noktası bulunsun. Bu kıyaslamada kendimizi yeterince iyi bulsak da bulmasak da kazançlı çıkıyoruz. Karşı yakadakinden iyiysek gururumuz okşanıyor. Değilsek çabamız artıyor, evrim devam ediyor.
Ayrıca karşıt olmadan kendimizi tanımlayamıyor, bir anlamda varolamıyoruz. Kadın ya da erkeği bir diğerinden söz etmeden nasıl tanımlayabilirsiniz? Kanallarından söz etmeden Venedik ya da Amsterdam’dan nasıl söz edebiliriz? İstanbul’un ilk sözü edilen özelliği, iki kıtaya paylaştırılmış olması değil midir? Bu özelliği ve İstanbul Boğazı’nı Tabu oyunundaki gibi hiç ağzımıza almadan İstanbul hakkında bir o kadar çarpıcı neler söyleyebiliriz?
Bütün bu söylediklerim doğruysa, bir de kötü haberim var ister istemez. Tüm iki ya da daha fazla yakalı kentlerde, köprülerin ve tüp geçitlerin sayısı arttıkça, yani iki yaka bir araya geldikçe, kentin evrimi de yavaşlayacak, bir yakın akraba evliliği gerçekleşecek demektir. Haberiniz olsun.