postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Archive for the ‘röportaj’ Category

Dünya Tiyatro Günü Münasebetiyle

leave a comment »

Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı oyununun kulisi. (1989 sonu ya da 1990 başı) Soldan sağa: Funda Postacı, Figen Evren, Bican Günalan, Derya Baykal, Tarık Papuççuoğlu, Ferhan Şensoy, Hakan Sepetçi, — , Serdar Kalafatoğlu, — .

 

Yukarıdaki fotoğrafımda Ortaoyuncular Ses 1885 tiyatrosunun, sahnenin altında yer alan, merdivenle inilen kulisini görüyorsunuz. Tarihten emin değilim ama bir kopyasını tam 30 yıl önce 27 Mart günü Ferhan Abi’ye hediye etmiştim.

Aşağıda da, kendisiyle bir zamanlar görsel yönetmenliğini yaptığım amann dergisinin Ocak/Şubat 2000 tarihli sayısı için yaptığım röportajı bulabilirsiniz.

(Genel yayın yönetmeni Zeynep Tunuslu ve grafik tasarımda Vahit Tuna ile birlikte çalıştığımız bu çılgın derginin sayılarına sahaflarda tesadüf ederseniz hiç düşünmeden alın derim.)

Sevgili tiyatrocu arkadaşlarım ve arkadaşım olmayan tiyatrocular; hepinizi kutlarım, kucaklarım. Bakın Ferhan abimiz nasıl da öngörülüymüş:

Cem: 2000 yılının gelmesiyle aslında yeni bin yıl başlamıyor ama herkes öylesine havaya girdi ki devamlı “yeni bir çağa giriliyor” filan, böyle genel bir psikolojik dalgalanma var. Gerçekte sadece bir tarih değişimi olmasına rağmen psikolojik olarak insanlar değişecekler gibi geliyor bana; ister istemez yeni bir çağa giriyoruz diye düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu değişimden sonra en çok neleri özleyeceksiniz?

Ferhan Şensoy:  Yani, dediğin gibi yeni bin yıl değil ki, yeni bir yüzyıl başlıyor. Yani yirminci yüzyıl bitiyor, yirmibirinci yüzyıl başlıyor. Ama tabii yirminci yüzyılın sonuna doğru teknolojik olarak insanlığın vardığı noktada özellikle bilgisayar dünyası, internetle açılan elektronik fay kırığıyla dünya çok küçüldü. Oralardan çok başka bir yerlere gidiliyor. Ve sanırım büyük bir yalnızlığa gidiyor insanoğlu, çünkü benim bu işlere kafayı takmış arkadaşlarım var. Abi senin e-mailin yok mu falan diyenler var. “İnternette şeye geçtim, ordan kitap ısmarladım…” Sonra hesabını yaptığında günde kaç saat başında oturuyorsun? “Hiç çıkamıyorum abi.” Yani odasında o ekranıyla yaşamaya başlıyor. Giderek eğitimin falan da böyle olacağı mümkün. Niye olmasın ki, herkes evinde internete girer gibi derse girebilir. Deli gibi servis şoförlerine, okula gitmelerine falan gerek kalmayabilir. Oralara geleceğimizi zannediyorum; bu da insanlığı muhteşem bir yalnızlığa götürecek. Yani bu bin yılın, yeni bin yılın önemi yirminci yüzyılın son yıllarındaki muhteşemi işte cep telefonuydu, internetti, bu buluşlar ve elektroniğin hızla ilerlemesinden ötürü 2000 belki o anlamda çok önemli.

C: Ama bilgisayarlar da kötü bir şaka yapabilirler. 2000’e girdiğimiz sırada böyle bir risk var galiba. Takvimler sıfırlanacakmış.

FŞ: Evet ben bilgisayardan çok anlayan bir tip değilim. Bilgisayarı ben daktilo olarak kullanıyorum, daha hızlı olduğu için ve hafızasında koruyabildiği için. Çok anlamış değilim, yani 000 niye olacak, o niye düşünülmemiş her şey icat edilirken. Değil mi? Oraya gelineceği biliniyormuş, her şey düşünülmüş o niye düşünülmemiş? Bunu çok anlamış değilim ama ne olacak her halde düzelecek böyle bir şaka da yapsa. Sonra düzeltilecek bu, bir yolu vardır herhalde.

C: Bu arada orta oyuncular.com diye de birşey de gözüme çarptı. Yani siz de internete girmiş durumdasınız.

FŞ: Evet evet ben bunlardan geri durulmasından yana değilim. Kendimin bizzat evde var, çocuklarımın var. Zaman zaman gerektiğinde ordan onlar aracılığıyla bakıyorum. Ben onun başında oturmaktan kaçmak istiyorum. Zaten benim işim bir printerin başında oturup yazmak olduğuna göre saatlerim onun başında geçiyor. Geri kalan saatleri de ona ayırırsam oradan kalkamıyor gibi bir şey oluyor. Ben yazmaya ayırdığım, okumaya ayırdığım zamanı ona ayırmak istemiyorum. Bu yüzden kaçıyorum. Çok televizyon da izlemem örneğin; o da aynı şey benim için. Vakit kaybı olarak görüyorum.

C: Peki internet üzerinden tiyatro yapmak zorunda kalacağınızı hissediyor musunuz?

FŞ: Ben kalmıyacağım ama şu an Ferhangi Şeyler’in bandı var internette, girip dinliyorsun. Tanju’nun Monaco’ya gol attığı günün, piyasaya çıkmış bir bantı vardı. Onu birisi yüklemiş. İnternet böyle bir yere de getiriyor bizi. Herkes istediğini yükleyecek ve orda ne telif kalıyor ne haklar kalıyor, orada hukuk da çalışmıyor. Kim yükledi belli değil. İnternet bulunurken bu da düşünülmemiş. Bu anlamda herşeyini orda bulacağı için pek sandalyesinden kalkmayacak bir prototipe gidiyor dünya. Çünkü herşeyini oradan yapacak.

C: Tamamen başka bir konuya geçiyorum. Son yıllarda ne zaman birisi çıkıp stand-up yapsa, tek kişilik bir oyun oynasa ,sahneye tek başına çıksa, ondan söz edilirken sizin adınız da anılıyor beraberinde. Bunu hepimiz biliyoruz. Yani rahatsız edici boyutlara da geldi belki sizin için.

FŞ: Evet karşılaştırılmasına karşıyım. Çünkü benimki tiyatro. Stand-up dedikleri başka bir şey. Nitekim yapanların çoğu da oyuncu falan değiller. Birden bire onunla başlıyorlar. Yani tiyatroya öyle başlanamayacağına göre bu tiyatro değil. Onlar da tiyatrocu olma iddiasında değiller. “Stand-up”çı olarak, başka bir şey olarak çıkıyorlar. Benimle ilişkinin kurulmasının sebebi Ferhangi Şeyler’in on dördüncü yılını bitiriyor olması. Ferhangi Şeyler oynandığı dönemde onlar çocuktular. Hepsi okuldaydılar. Ferhangi Şeyler’i izleyerek büyümüş bir kuşak bunu yaptığı için, etkilenmiş olmaları söz konusu ve ben onların örneğiymişim gibi sunuluyor. Ben onların örneği değilim; onlar ama bundan örnek almış olabilirler. Nitekim hepsi iki perde oynadığına göre dünyadaki stand-up formatının da dışındalar. Bir perde antrakt sonra ikinci perde biçiminde oynadıklarına ve aşağı yukarı aynı süreyi oynadıklarına göre, oradan format almışlar denilebilir.

C: Üstelik siz de reddediyorsunuz bunu onlar da reddediyorlar, buna rağmen hala böyle birşey…

FŞ: Bu benzetme sürüyor. Bence ilgisi yok. Onların yaptığı başka bir şey. Yani ben bir tiyatro metnini oynuyorum. Ferhangi Şeyler on dördüncü yılında. İçinde değişiklikler oluyor ama kemikleşmiş hiç değişmeyen bir metin var. Oyunun uzun bir bölümü; ağırlığı o. İçinde değişken bölüm diyelim ki yirmi dakikadır. Gazetelerdir veya doğaçlama yirmi yirmi beş dakikadır. Gerisi zaten klasik olmuş bir oyun. Hatta eskimiş şeyler var oyunda. Ben onları özellikle koruyorum. Böylece bir dönemin de belgeseli olarak duruyor.

C: Şundan da kaynaklanıyor olabilir mi Ferhangi Şeyler’in bir stand-up gibi anılması, çok kendiniz gibi duruyorsunuz ve çoğu oyununuzda da zaten benzer bir tiplemeyle görüyoruz Ferhan Şensoy’u sahnede.

FŞ: Evet, ama orada ben Ferhan Şensoy’u, birebir kendimi anlatıyorum. İzleyiciyle böyle bir direkt konuşma var. Ama bunun içinde, anlatırken taklit olarak yaptığım, oynadığım başka tipler de var. Ama birebir Ferhan Şensoy olması da bu benzetmeyi yaklaştırabilir. Çünkü başka bir rol oynamıyorum orada.

C: Peki genel olarak -az önce söylediğime geri dönmek istiyorum- oynadığınız bütün oyunlarda aşağı yukarı aynı tipleme olduğu yönünce bir düşünce var. Seyirci sizi böyle bir kalıba zorlamış olabilir mi?

FŞ: Yoo, hayır. O, benim kendi komiğimi bulduğum için, kendi komiğimi o role yerleştirmemdir. Doğaldır bu, her oyuncuda vardır. İnsan kendi komiğini zaman içinde bulur, kendinin en komik halini bulur, oyununu onun üstüne kurar. Yani o adamı ben nasıl oynayacaksam öyle oynarım. Zaten yazan da ben olduğum için, çıkış noktasında da öyle yazılmış bir rol.

C: Kendinizi oyuncu, yazar, yönetmen olarak nasıl buluyorsunuz? 

FŞ: Ben aslında işimi yazarlık olarak düşünüyorum. Diğerlerini bir gün  yapmayabilirim, bırakabilirim, sıkılacağım işler olabilir ama asıl işimi yazarlık olarak görüyorum. Yazarlık ölene kadar yapılacak bir şey diye düşündüğüm için, ben “İşiniz ne?” dendiğinde, “Yazarım,” diyorum. Asıl olarak da benim için önce o geliyor. Oyunculuk tabii ki yazarlığımdan sonra gelmiş bir şey zaten benim hayatımda da. Daha tiyatro yazmadan önce, şiir ve öykü yazıyordum. Hep var yazarlık, çok eskiden beri. Ama oyunculuk yazarlığı da gölgelemiş, onun önüne geçmiş durumda. Örneğin buraya gelen izleyiciler kitaplarımı gördüklerinde çok şaşırıyorlar. “Aaa! Kitaplarınız da mı var?” diyor adam, on iki tane almış imzalatmaya geliyor, birden kendimi Tüyap’ta gibi hissediyorum! Hiç bundan haberi olmayan, “Aaa! Ne zaman yazdınız bunları?” diyen tipler var böyle. Ama yazar-yönetmen-oyuncu dediğimiz şey bende bir bütün zaten. Bunu Ferhangi Şeyler’de somut olarak görüyoruz. Ferhangi Şeyler’de ayrı bir durum daha var. Stand-up’çıya birisi bir metin yazıyor, öbürü çıkıp oynuyor, o birinin metnini oynuyor, ona hazırladığı gag’leri yapmaya çalışıyor… Benimkinde doğal olarak yazar, yönetmen, oyuncu, birebir, aynı anda doğaçlama durumundayım. Her şeyi kafama göre değiştirebiliyorum. Bir bütün olarak, bir araya geldiğinde de bence başarılı oluyor. Ben tiyatromda başka yazar, başka müzisyen, başka dekoratör gibi benim dışımda insanlar da kullandım. Dönem dönem kullanırım zaten. Hepsi Ferhan Şensoy olmasın, o damga olmasın diye. Zaman zaman, niye hepsini kendisi yapıyor gibi bir eleştiri de var. Ama tiyatromda başarılı olanlar ve kalanlar, hep benim imzalarım. Bir başka müzisyen, bir başka dekoratör ve ya bir başka kostümcü, öbür işlere başka biri girdiği takdirde o kadar başarılı olamıyoruz.

C: Ben de çok nadir böyle birkaç başka imzalı oyun hatırlıyorum. “Aşkımızın Gemisi Fındık Kabuğu” vardı, “Yorgun Matador” vardı, “Şu Gogol Delisi” vardı, ama o bir tür esinlenme…

FŞ: Evet. Esinlenme, ama sonuçta orijinal metin.

C: Pek yok yani. Ama “Yorgun Matador”un, özellikle sahne arkasına ve hazırlıklarına tanık olmuş birisi olarak, çok müthiş bir şevkle, çok büyük bir tutkuyla hazırlandığını hatırlıyorum. Yani çok inandığınız bir oyundu ama gişe yapmadı. Beni de çok şaşırtan bir şey ve sizin genel çizginizin dışında bir oyundu…

FŞ: Evet esprisi farklı bir adam…

C: Seyirci sizden başka bir şey bekliyordu galiba ama siz oyuna inanıyordunuz herhalde?

FŞ: Tabii inanıyorduk ki iki yıl oynadık. Ama beklediğimiz ilgiyi görmedi. Belki sunumundandı. Sonradan özeleştiri olarak yaptığımız, aramızda konuştuğumuz bir şey. [Pierre Henri] Cami’nin oyunları çok kısa. Çok kısa oyunları biz daha da parçalayarak, dört perdeye ayırarak, saç örgüsü biçiminde kurguladık. Belki öyle kurgulanmayıp olduğu gibi, Cami’nin skeçleri olarak bağımsız kurgulansaydı ve ben orada Cami’yi oynayacağıma başka karakterleri oynasaydım. Onların beklediği Ferhan Şensoy yoktu. Ben anlatıcıydım. Cami’yi ve hayatını anlatıyordum, diğer arkadaşlar skeçleri oynuyordu. Skeçlerin saç örgüsü bana çok şık gelmişti. Oyuna bir sinema boyutu getiriyor, Cami’nin dünyasını daha iyi veriyor diye düşündüm. Belki öyle olmasaydı o kurgu daha iyi geçebilirdi halka ancak Fransa’da da oynanıyor ve tutmuyor. Yani dünyanın hiçbir yerinde kimse Cami oynamaya cesaret edemiyor. Böyle bir çılgınlık olduğunu biliyorduk biz de. Sadece çok güzel bir kadroydu. Münir Özkul, Erol Günaydın, Rasim [Öztekin], Derya [Baykal], Demet [Akbağ]; çok iyi bir kadromuzla sunduğumuz için biz bunu bu kadroyla seyirciye iletiriz diye düşündük. Ama sandığımız gibi geçmedi. Olsun, bunlardan caymıyoruz çünkü repertuar yapmamızın sebebi budur. Bu yıl bizim yirminci yılımız. Ortaoyuncular’ın yirminci yılı dolayısıyla bir Çehov yapıyoruz. “Vişne Bahçesi” ama gene kendi uslubumuza çekerek, laz dialektiyle. Bugünün Karadeniz’inde geçiyor.”Fişne Bahçesu” olarak oynayacağız. O insanlar, yani Karadeniz insanlarıyla Çehov’un yazdığı insanlar. O da Karadeniz’in öbür tarafında yani çok benziyorlar birbirine. Hatta Çehov’un metnini ben önce, kendim içinde oynamalar yapmadan önce, birebir metnini önce Lazca’ya çevirdim. İşte Fransızca’sına bakarak, bizim çevirilere bakarak falan. Çehov’un Stanislavski’ye anlatamadığı, komik dediği şeyi bu teksti lazcaya çevirince net olarak gördüm. O adamlar komik konuşuyorlar. Ben Rusça bilmiyorum. Belki Rusça’da da o dialog komik; yani o dialog komik olduğu zaman zaten iş bitiyor birdenbire. O dramatik şeyin altında komik bir dialog var. Bu anlamda “Çehov güldürü müdür? Dram mıdır?” tartışmasına da “Çehov güldürüdür” diye düşünerek ve “Çehov Lazdur Laz Galacakdur” alt başlığıyla tamamen laz penceresinden bakarak böyle bir Çehov yapacağız. Yine bu da ince bir iş ama izleyiciye geçecek bir iş diye düşünüyoruz.

C: Televizyonculuk nasıl gidiyor?

FŞ: Televizyonculuk çok sevdiğim bir şey değil. Bu Cine5’teki olay… Cine5 böyle bir şeyler düşündü. Birer ay. Bir ay Mehmet Ali,  bir ay dört program benimle, şimdi bir ay Uğur’la yapacaklar. Öyle, kısa bir şey, antrenman olarak kendi kendime yaptığım. Cine5 biraz da kapalı bir kutu olduğu için o halka yansıyan bir şey değil. Kimi görsem, bizim evde Cine5 yok diyor. Yani izleyicisi biraz futbol maçı için almış, bir de film seyretmek üzere almış. Ama film seyredenler haftasonu zaten evde oturup da Cine5 seyretmiyorlar. Hafta içi de dönüyor o film diye daha uygun zamanlarında seyrediyorlar. Onların evlerinde de Filipinli hizmetçileri seyrediyorlar cumartesi günü Cine5’i. Yani ben orada bir şeyler yaptım ama çevremden ve benim izleyicim olan insanlardan haberdar olmadıklarını gördüm.

C: Bağımsız Federe Ferhan Şensoy Televizyonu daha mı çok içinize sinmişti? 

FŞ: Yoo bu yaptığım bence daha esprili. O farklı bir şeydi. Orada bir kadroyla yapıyorduk. Burada adamın biri yek başına. Kameraman da kendisi, sanki kalabalıkmış, kadrosu varmış gibi ama tek başına televizyon bir adam. Buradaki espri onlardan çıktı. Çünkü onlar hep tek kişilik gösteriler istediler. Stand-up gibi . Stand-up’çılarla falan da görüştüler o dönemde. İşte öyle tek kişilik gösteriler düşününce, tek kişi mantığına oturtarak ben kameraya da kendim basıyorum. Koşuyor gidiyor haberleri veriyor, hemen kadın kılığına giriyor hava raporunu veriyor. Yani değişmiyor, hep aynı adam da sadece kılık kıyafet değiştiriyor. Öyle bir espri.

C: Peki televizyondan söz açılmışken, bu sene galiba yine bir takım tartışmalar oldu. Ünlü gazeteciler reklamlara çıktı, sizin de reklamlarda görülmeniz yer yer eleştiriliyor galiba. Herhangi bir etik problem görüyor musunuz?

FŞ: Yoo hayır görmüyorum. Bu saçma bir şey. Yani, camekandan bakanlara ait bir yorum. İşin içine girdiklerinde anlarlar ki sanatçı reklam da yapar, hepsini yapar; yani ihtiyacımız vardır. Akbank reklamları olmasa bu tiyatro batardı. Son üç yıldır bu tiyatroya harcanan paranın haddi hesabı yok. Çelik konstrüksiyonu, koltuk değişimi, kadifesi… Dünyada çok az sayıda var bu tiyatrolardan. Dünyanın her yerinde kültür bakanlığının muhteşem parası gidiyor. Her sene devletin bütçesinden o tiyatroların yeniden kadifelenmesi, yeniden bilmem ne olması, bir kaç yıl daha ömrünün uzatılması için. Ses Tiyatrosu’nun bakımı bilet satarak falan mümkün değil. Ya sponsoru olacak, kapıda biracı yazacak, bilmemneci yazacak, bisküvicinin adı yazacak veya ben Akbank reklam filmine çıkacağım. Aynı şey. Ha biri sponsor olmuştur veya ben suratımı satarak o parayla ben sponsor olmuşumdur. Olmasam da sanatçının hakkıdır. Yani ille, buraya harcıyorum diye böyle bir açıklama ihtiyacıyla  söylemiyorum bunu ama öyle olmasaydı bu olmazdı. Onu anlatmak istiyorum. Yoksa ben, böyle bir ihtiyaç olmasa o parayı bankaya koyabilirim, o parayla dünyanın bilmem neresinde tatil yapabilirim. Bu benim hakkımdır sanatçı olarak. Gerard  Depardieu parfüm reklamına çıkıp, adını verip, imzayı atıp parayı alınca orada tebrikleri kabul ediyor Fransa’da. “Helal olsun çok iyi bir iş yapmış Gerard,” diye kapak oluyor bir yerlere, bak kolonyaya çıktı diye. Bizde, “Aaa çok ayıp reklama çıktı.” Ben çıkmasam başka biri çıkacak.

C: Evet, şimdi genelde insanların eşiyle aynı işte çalışması tasvip edilmez. Her dakika birlikte olmaktan maraz çıkabilir daha sonra filan diye. Eşinizle aynı tiyatroda olmak nasıl bir duygu? Olumsuz yanları var mı?

FŞ: Tabii vardır. Sürekli beraberlik… Şu anda ikimiz aynı oyunda oynuyor değiliz. Mesela demin o oynadı gitti, şimdi ben oynayacağım. Tabi sürekli aynı oyunda, evde beraber, tiyatroda beraber, gidip gelme beraber; o hale dönüştüğünde bu sürtüşmeleri getiriyor. Herkes için geçerlidir. Ancak karım tiyatrocu olmasaydı benim yaşantım daha zor olurdu. Diyelim ki karım sabah 9’da işe giden bir kadın. Ben eve gittiğimde o uyuyor olacak, yani görüşemeyeğiz gibi bir şey. Notlaşabilirdik. Bizim hayatımız çok farklı çünkü akşam 9’da mesai başlıyor. O artık işinden çıkmış, yemeğini yiyor, biraz sonra yatması gerekirken ben çalışıyor oluyorum gibi birşey. Bu yüzden tiyatrocular genellikle öyle demelerine rağmen tiyatrocularla beraber olmuşlardır.

C: Türkiye’de, dünyada en zeki bulduğunuz insanlar? Meslekten veya edebiyat dünyasından, sahne dünyasından olabilir veya başka alanlardan…

FŞ: Woody Allen benim idollerimden biri. Ermanno Cavazzoni diye bir yazar keşfettim. Yeni keşfettim ve Türkçe’ye çevirilmesine de aracı oldum. Bilgi Yayınevi’nden çıktı.”Budalalar Takvimi” diye bir kitabını Eren Cendey çevirdi. Çok beğendim yazar olarak. Bir takım arkadaşlara verdim, herkes aynı keyfi almadı. “Eee bunun nesi komik?” diyenler oldu mesela. Muhteşem bir mizah var orada ve muhteşem bir beyin var.

C: Peki sizi Türkiye’de  kim güldürüyor?

FŞ: Yani ben çok gülmüyorum açıkçası.

C: Herkes kadar gülmeye ihtiyacınız vardır muhakkak.

FŞ: Var ama yani aksiliklere, yanlışlıklara, böyle şeylere çok güldüğüm için… Ben gülünecek çok şey buluyorum mesela sokakta. Başıma neler geliyor. Mizah sokakta kol geziyor. Ama mizah yapıyorum diyerek yapanlar arasında açıkçası gülmüyorum. Yani bana zorlama geliyor.

C: Kendinize gülüyor musunuz?

FŞ: Kendim şaşırdığım zaman, dilim sürçtüğü zaman sahnede kötü oluyorum. Gülerim de ağlarım da yani. Konsantrasyon bozucu, “Hastir” falan gibi ağzından öylece çıkmış bulunur, dil sürçer ya. Veya bir aksilik falan olur, onlara gülerim.

C: Peki, büyük bir aksilik, koltuklarla ilgili bir sorun olmuş yakınlarda galiba doğru mu? Herhalde pek gülünebilecek bir şey değil; az önce tiyatronun zorluklarından söz ediyorduk ya.

FŞ: Evet koltukların yenilenmesi işte. 75 yıllık o koltuklar. Kimse değiştirmemiş. Gelen giden üstünü kaplamış, biz de kadife kaplamıştık. Artık değiştirilmesi gerektiğine kanaat getirdik ve birebir aynısının yapılması için bir ustayla anlaştık. Referansları olan bir usta bu, sandalyeleri de o yaptı. Ama koltukları yetiştiremedi. Sanki Türkiye’de bütün marangozlar yalancı olmak zorundaymış gibi, böyle bir şey var. Hiçbir marangozun siparişi dediği gün getirdiği görülmemiş. Bunun için biz şart koyduk, 15 Eylül’de takılmış olacak, bitmiş olacak diye sözleşme yaptık kendisiyle. 28 Ekim’e bilet sattık. Bugün Kasım’ın 27’si, adam hala on gün müsaade edin diyor. Ben de oyunun başına ustadan izleyiciye bir özür mektubu yazdım, onu anons ediyoruz her gün. Ömer Usta’nın, verdiği geçici rahatsızlıktan ötürü özür dileyen bir mektubu var. Onu okuyorum ben, öyle başlıyor oyun. Saçma saçma işler işte yani. Bir de onun takabilmesi için burada 4-5 gün çalışması gerekiyor. Bizim kapatmamız gerekiyor. Milenyuma yönelik yılbaşı kapatmasında getirecek, takacak herhalde.

C: Nelerden taviz vermezsiniz diye bir soru var.

FŞ: Tiyatroda özellikle veya yazdıklarımda da hiç tartışma sevmem. Bu yüzden kendi tiyatromu kurdum. Başka birisi benim patronum olsaydı “Şurasını keselim, burasını biçelim,” diyecekti. Ben başka birisi patronum olmasın, yani sanat adına patronum olmasın diye kendim patron oldum. Ben yazdığım metinden özellikle kendim atarım birşeyler ama ondan sonra da birşeyler atılmasına ya da değiştirilmesine hiç tahammülüm yoktur.

C: Patron olarak taviz vermeyen birisiniz. Sert bir patron olmalısınız.

FŞ: Yok hayır o anlamda değil; patronluğu ben başkası patronum olmasın diye yaptığım için genel anlamdaki patronluğu zaten yapıyor değilim. Tiyatro yapıp paraya ihiyaç olduğu zaman bavulumu alıp turneye çıkıyorum Ferhangi Şeyler’le veya işte Akbank reklamı yapıyorum. Bir yerlerden para bulup getiriyorum. Muhtasar nedir? Bilmem ama ödenmesi gerektiğini biliyorum. Kim o muhtasar? Yıllardır ödüyorum. Korkunç bir şey o; ayın sonuna doğru muhtasar diye bir şey geliyor, o ödenecek. O para yoksa onu bulmak; benim yaptığım patronluk bu yani. Sadece, sanatsal olarak işimize karışan bir patronumuz yok. Sanatın patronu yok, o anlamda düşünürsek.

C: Peki son iki soruya geldik. Yemeklerden kapuska mı, zeytinyağlı pırasa mı?

FŞ: Zeytinyağlı pırasayı tercih ederim.

C: Karakterinizi yansıtıyor muhakkak.

FŞ: Hayır bu bir anket olabilir ama benimki şeyden kaynaklanıyor: “Çok Tuhaf Soruşturma”, 192’nci oyunu oynadık, orada “Sizinki de kapuska mı?” diye bir sahnemiz var. O sahnede akşamları kapuska dağıtımında ot gibi bir şey yiyoruz. Direkt o sahneyi hatırladım, halbuki kapuskayı da severim. Kapuskanın adı insanlara zeytinyağlı pırasa mı dedirtiyor?

C: Yoo bu size özel bir soruydu. Ve son soru, sebze olsanız hangi sebze olurdunuz?

FŞ: Bunu sebze olunca düşünürüm.

C: Çok teşekkürler.

 

Çağla Köseoğulları ile Sohbet / IAN Ocak 2019

leave a comment »

 

Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu  

Orhan Cem Çetin: Bana ilginç gelen bir konuyla başlamak istiyorum konuşmamıza; senin aslında sahne sanatları, dekor ve kostüm eğitimi almış olmanla. Demek ki başta ilgin farklıymış, sonra başka bir alana kaymışsın. Aslında tam anlamıyla kaymışsın da diyemeyiz. Mesela, ben de farklı bir alandan geldim gibi görünüyor. Önce fotoğrafla başladım ama sonra psikolojiye yöneldim sonra tekrar fotoğrafa döndüm. Psikoloji alanını tam anlamıyla terk ettiğim söylenemez, bu birikimimi ister istemez sanat işlerimde kullanıyorum. Neyse; temelde yüzey sanatlarıyla uğraşıyoruz ve bir çerçevenin içini dolduruyoruz. Bu anlamda fotoğraf tiyatro sahnesine çok benziyor çünkü olay bir dikdörtgenin içinde cereyan ediyor ve sen bu alanı kurguluyorsun. İzleyicinin sahnenin dışını görmemesini sağlıyorsun ve olup biteni oraya indirgiyorsun. Senin için de kullandığın kanvas, kağıt ya da o alan her neyse, orayı bir tiyatro sahnesi gibi kullanıyor ve kurguluyorsun. Mesela bazı işlerin gölge oyunlarını hatırlatıyor. Senin için, yaptığın çalışmalar bir çeşit tiyatro sahnesi olabilir mi? 

Çağla Köseoğulları: İlk işlerim belki, ilk sergimdeki işler. 

O.C.Ç.: Evet, yarı saydam malzemeler kullanman bunu hissettiriyor bana. Mesela Karagöz perdesini hatırlatan, figürün yakınlaşmasıyla veya uzaklaşmasıyla gölgenin belirginleşmesi, büyümesi, küçülmesi gibi biçimsel hiyerarşiler var çalışmalarında. 

Ç.K.: Tam anlamıyla bilemiyorum. Senin olabileceğini söylediğin gibi, insanları sadece kağıt üzerinde gördükleri şeye indirgemeyi asla istemiyorum. İstediğim şey, gördüklerinden duygusal olarak nasıl etkilendikleri ve o resimden nasıl yeni dünyalar yarattıkları. Yaptığım resmi onlara gösterdiğimde tamamıyla onların olabilsin ve tüm kadrajlardan sıyrılıp yepyeni bir resim olabilsin istiyorum. Bu arada şunu da ekleyeyim okuldaki tercihimi yapma aşamasında annem etkili olmuştur. Bu bölümde okursam daha çok para kazanabilirim diye düşünüp beni etkilemiştir. O zamanlar para kazanmak değil ama hem üç boyutlu bir dünya yaratmak hem de aynı zamanda iki boyutlu çalışmak ve bir konuyu, hikayeyi dramaturjik olarak ele almak ilgimi çekmişti. Yaptığım şeye çok boyutlu bakabilecektim. Bu bölümde okumuş olmak elbette şu anda çok işime yarıyor. 

O.C.Ç.: Annen de mi sanatla ilgili? 

Ç.K.: Aslında hayır, değil. Ama çocukluğumdan beri resme ve sanata olan ilgimi bildiği için benim Mimar Sinan’a girmeme vesile olmuştur…

O.C.Ç.: Biz fotoğrafta da resimde de bir sınır çekiyoruz ama bir yandan da o sınırın dışını ima ediyoruz. Çünkü aslında çerçevenin içindekiler, dışında kalanlar sayesinde bir anlama ulaşıyor, kadrajın dışında kalanlarla beraber içinde kalanlara bir anlam verilebiliyor. Hatta, makineyi eline alıp bir fotoğraf çekeceğin zaman, karşında kâinatın tamamı var… Hayal edilebilecek her şey karşında duruyor ve sen bu sonsuzluğun içinden sadece bir ayrıntı seçiyorsun. Bu çok iddialı bir tercih. 

Ç.K.: Kişisel dünyamda, gündelik hayat akışında ve toplumsal olaylar karşısında gördüklerimin, algıladıklarımın ve hissettiklerimin kağıt üstünde nasıl forma dönüştüğüyle ilgileniyorum. Ve bunu yaparken de algıladıklarımı, çoğu kez kelimelere dökmeksizin, mürekkep ile düşünmeye, hislerime kulak vererek anlamaya, anlatmaya çalışıyorum. Yani çoğu kez sessizlik içinde, defalarca evirip çevirip, karmaşa yaratıp, belki ters yüz edip düşündüklerimi, kağıt üstünde defalarca aynı formu çalışırken, kendime dönüp tekrar tekrar bakıyorum, neler oluyor diye. Ve oluşmakta olanı kelimelere dökmek istemiyorum çünkü bütün bunları yaparken bir şeyi dile getirdiğimde, ağzımdan çıktığı andan itibaren bir çerçevesi olmuş oluyor. Bu yüzden ne kendimi ne de kimseyi sınırlamak istiyorum. Konuşmak her zaman zor benim için. Umarım anlatabilmişimdir dille… 

O.C.Ç.: Gayette güzel anlatıyorsun hiç merak etme. Dili iyi kullananlara dilbaz denir ya hani, dilbazlıkla ilgili hiçbir sorunun yok ama dilin nitelikleriyle ilgili bir meselen olabilir. 

Ç.K.: Evet var, haklısın. 

O.C.Ç.: Benim de böyle bir problemim var. Bunu daha da açarsak, bence görsel disiplinlerle uğraşan herkesin dille ilgili bir problemi olmak durumunda. Şöyle ifade etmeye çalışıyorum bu problemi: Resim, -ki fotoğrafa resim denilince tepki gösterenler var. Bence resim daha büyük bir havuz, daha büyük bir küme. Fotoğraf bir resimdir ama resim bir fotoğraf değildir. Dolayısıyla bence ikimiz de resim yapıyoruz.- Ne diyorduk, resim gösterir ama anlatmaz. Yazı ise anlatır ama göstermez. Hak verir misin buna? 

Ç.K.: Evet, hak veriyorum. Tam da bunu ifade etmeye çalışıyordum aslında. 

O.C.Ç.: Belki gösterilip de anlatılmayan bir şey daha çok hoşumuza gidiyor. Neyi anlattığını insanlar bulmak ya da sezgilerle bir yolculuk yapma durumunda ve bu iyi bir şey çünkü böylece izleyici sürece dahil oluyor. Ama sen meseleni sözle anlatmaya çalıştığın zaman o yolculuk kısalıyor, kısıtlanıyor, indirgeniyor. 

Ç.K.: İndirgeniyor, kısıtlanıyor ve altını çizmiş oluyorsun söylemek istediklerinin. Bazen ne söylemek istediğimi ben bile bilmiyorum resim yaparken. Yalnızca bir şeyler hissediyorum o kadar. Sonra demin söylediğim gibi bırakıyorum kendimi kağıda ve başlıyor yolculuk. Hatta çoğu kez, çok sonra anlıyorum kendimi, neden öyle yapmayı tercih ettiğimi. Benim için mesafeler olaylara bakabilmek, kavrayabilmek için çok önemli. Bir şeyin içindeyken, çok yoğun bir duyguya bakarken bazen kayboluyorsun içinde, sonra nefeslenip tekrar bakınca görmediklerin, kavrayamadıkların tekrar beliriyor yüzey üstünde. Hem plastik olarak hem de kavramsal olarak. O yüzden hiç konuşmayayım ben. Sergi zamanları, metin yazmak gerektiğinde de hep sorun benim için.

O.C.Ç.: Ama en azından bir bağlam oluşturmak istemez misin? Mesela inanılmaz şiirsel bir sergi başlığın vardı. Hatırlatır mısın? 

Ç.K.: “Akışkan Olan Her Şeyim Katılaştı Dün Düşümde” sergisinden bahsediyorsun. 

O.C.Ç.: Evet, mesela bu çok iddialı bir cümle değil mi? 

Ç.K.:  Bir arkadaşımın şiiri, bir şarkı sözü (Eren Kazım Akay). Bazen sergi ismi, işler bitmiş ama hala yok, bazen de en başta beliriyor aynı bu sergideki gibi. Çalışmaya başlamadan zaten öyle hissettiğim, olan olaylar karşısında ağlamaktan gözyaşlarımın tükendiği, kanımın donduğu Gezi zamanında çıkan sergimin ismi.

O.C.Ç.: Çok zengin bir cümle. Aslında pek çok şeyi söylemek için yanıp tutuşuyoruz ama bir yandan da dilimizin ucuna kadar gelenleri kamufle ediyoruz. İlişkilerde de böyle değil midir? Bir şey vardır içinde, keşke bunu dile getirebilsem dersin ama açıkça söyleyemezsin, ima edersin, konunun muhatabı da bunu bir türlü görmez. 

Ç.K.:  İlişkilerde ima etmek bayağı problem yaratıyor. Açık açık konuşmak daha iyi. Ama daha çok anlaşılmayı bekliyoruz o başka tabii. 

O.C.Ç.: Kalkıp sen söylediğin zaman kıymeti kalmaz diye düşünüyoruz, kendisinin görmesi gerekir. Eserle izleyici arasında da böyle bir gönül ilişkisi olabilir mi. Ben söylemeden anlaması daha kıymetli sanki. Zira seni kavramak için, seninle bir bağ kurmak için çaba gösteriyor, seni önemsiyor, izliyor demektir.  

Ç.K.:  Benim için seyirci işlerimle bir bağ kurabiliyorsa bu bana yeter. İlla söylemeye çalıştığım şeyi anlamak zorunda değil ve hatta başka bir yerden bakabiliyorsa yaptığım şey o kadar zenginleşir diye düşünüyorum. Ama ilişkilerimizde iş başka, ima ettiğimiz ve anlaşılmayı beklediğimiz zaman hep problemler çıkıyor. Senin ima ettiklerin, karşındakinin geçmiş tecrübelerinde başka bir şeye denk geliyorsa bambaşka bir yere gidebiliyor. Çoğunlukla ilişki kırılmaya, bozulmaya başlıyor. Sen hep bir şey ima ediyorsun, o hep başka şey anlıyor ve sonrası hazin. O yüzden kendini, söylemeye çalıştıklarını ne kadar net ifade etmeye çalışırsan o kadar iyi. Tekrarlarına, alışkanlıklara göz atmak gerekiyor her seferinde. Buradan konuyu bağlayacak olursam, hem resim yapma pratiğim hem de arkadaşlıklarımda kendimle kurduğum ilişki daha çok psiko-analiz tadında. Yaptığım şeyi neden yaptığımı anlayabilmek için her seferinde kendime dönüp bakmak benim için önemli. Resim yaparken anlatmak istediğim şeyi açığa çıkarabilecek bir leke peşinde koşarken, defalarca, saatlerce ve hatta günlerce aynı form üzerinde çalışırken, söylemek istediğim söz, fikir, leke her şey anlamını yitirmeye başlıyor. Bir kelimeyi arka arkaya söylediğinde anlamını yitirip ona tamamıyla yabancılaştığın zamanlardaki gibi. İşte tam burada çok garip bir şey oluyor, sana öğretilmiş tüm bilgilerden arınmış oluyorsun. Bu bir tür meditatif bir durum, saflaşma hali. 

O.C.Ç.: Soyutlama dediğimiz şeyin tam da gerçekleştiği an. Soyutlama sözcüğü de bence çok yanlış anlaşılıyor. Sanatla yeni tanışan ya da sanatla gündelik ilişki içerisinde olanlar soyutu, bakınca anlayamadıkları, herhangi bir varlığa karşılık gelmeyen, anlamı tümüyle kendinden menkul, hiçbir şey ifade etmeyen olarak yorumluyorlar. Oysa öyle bir şey değil. “Abstract”, ekstre gibi, içindeki en temel, özünde olan, esas şey. Senin anlattığın tam da o noktaya ulaşmaya çalışmak aslında. 

Ç.K.: Zaman geçtikçe kendi değişimine tanıklık etmek de heyecan verici. İlk sergim ya da önceki işlerimde daha figüratif, somut, sembolik anlatımlar kullanırken şimdi biraz da soyut işler çıkıyor. Bundan sonra yoluma buradan devam edeceğim diyemem. Yollar nereye çıkar bilinmez.

O.C.Ç.: Kimi zaman regresyon, geriye gidiş de olabilir. Bir de şuna değinmek istiyorum; sanatçının aslında gayet sıradan bir insan olmasına rağmen ne kadar yüceltildiğine. Sanatçıyı fazlasıyla yüceltmek, pek çok sanatçıda kibir ve hoyratlık doğuruyor. Bu çok yanlış bir tavır esasen. İzleyiciyi de çok fazla ezen bir tavır bu aynı zamanda. Sanatçılığın yalnızca bir davranış biçimi olduğunu düşünüyorum, bir beyin cerrahından çok daha önemli bir şey yapmıyoruz sonuçta. Demek istediğim şu ki, ölümcül bir iş yapmıyoruz. Birisini sadece sanatçı diye yerlere göklere sığdıramama durumu olmamalı. 

Ç.K.: Herkes sanatçı olabilir zaten, bir üstünlük durumu yok. 

O.C.Ç.: Özellikle çağdaş sanatla beraber, zanaat vurgusu ya da gerekliliği azaldığı için, bu pek daha olası dediğin gibi. Zaten günümüzde çağdaş sanatçılar kendilerini bir tanımla, disiplinleriyle, artizanlığa dair bir kalıba sokarak ifade etmekten geri duruyorlar, heykeltıraşım ya da ressamım yerine sanatçıyım demeyi tercih ediyorlar. 

Ç.K.: Ne söylemeye çalıştığın ile doğru orantılı olarak, iş kendini en iyi ifade edeceği malzemeyi çağırıyor zaten. O yüzden sınırlara, tanımlara hiç gerek yok diye düşünüyorum. Yalnızca resim yaparak sergiler açan birisi olarak yalnız resim yaparak düşünmüyorum. Bazen fotoğraf, bazen bir ses, bazen çamur ile üç boyutlu formlar üzerinde, bazen de video çekerek düşünüyorum. Ve bir sonraki işim bunların karışımından ortaya çıkan bir sergi olabilir.

O.C.Ç.: Belki izleyiciye de daha fazla erk, daha fazla özgürlük tanırsak bu bizim açımızdan da iyi olur. Mesela cep telefonuyla fotoğraf çekimi yaygınlaştığında fotoğrafçı kitlede çok büyük tepkiler yükseldi. “Her eline telefon alan fotoğrafçı oldu,” dendi. Ama aslında bu kötü bir şey değil. Eline telefon alanın fotoğraf çekebilmesi zaten bir özgürlük ve ayrıca bu biz profesyonellerin lehine oldu. Kimse gidip, telefonuyla çektiği fotoğrafın bir benzerini müzede ya da galeride görmek istemiyor. Aksine bu noktada sanatçıyı takdir etmek, hayranlık duymak istiyor. Birilerinin iyi ve üstün şeyler yapabildiğini görmek insanları her zaman umutlandırır. Spor izleyicisi olmanın arkasında bu yatıyor olabilir mesela. Kendinden daha iyisini görmek istiyor insan. Bu da doğal olarak sanatçıyı yukarı iten bir etki. 

Ç.K.: Kendi alanlarına girildiği zaman nedense bir “Aaa olmaz!” tepkisi veriliyor. Sonuçta her şey bir fikirdir. Dünya değişiyor, yeni bakış açılarına ve her şeye çok çabuk ulaşabildiğimiz bir dünya var avuçlarımızın arasında. Bu değişimle gelen sese kulak vermek, yeni, evrilen dünyaya bakmak hoşuma gidiyor. Çoğu kez çokluk yüzünden yorulsam da benzer şeyler görürken farklı olan şeye de tanıklık edebilmek, ilişki kurabilmek ufkumu genişletiyor. 

O.C.Ç.: Tanıklık, zamanla fikre dönüşür. Her deneyim, hızla içinde bulunduğumuz “an”dan, yani “hal”den, bir fikre yani hatıraya, hatırlanana dönüşür. Yaptığımız resimler, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar, istisnasız her şey. Biz kendimiz bile. 

Ç.K.: Bahsetmiştim ya araya bir mesafe koyuyorum yaptığım şeyle diye, o an içerisinde bir duyguyla karmaşa yaşıyorum ve kağıdın üstüne ne ise onu bırakıyorum, sonra bir vakit geçtikten sonra tekrar dönüp baktığımda zamanla ne söylemeye çalıştığımı kavrayabiliyorum. 

O.C.Ç.: Ne kadar çok uğraşıyorsun kendinle. 

Ç.K.: Evet bir hayli uğraşıyorum. 

O.C.Ç.: Peki bunu problemli buluyor musun? 

Ç.K.: Bulduğumu söyleyemem. 

O.C.Ç.: Bence de bulmamalısın. Lafı insanın kendisinden fazla söz etmesine getirmeye çalışıyorum. Dünyanın doğusunda olduğumuz için, bizi sarmalayan kültürde, kendiyle meşgul olmak pek de istenmez, sevilmez. Bu bir erdemsizlik, şımarıklık sayılır. Kendinden pek fazla söz etmemelisin, hatta kendini ezip yok etmelisin.

Ç.K.: Aslında kendimi anlamaya çalışmak diyebilirim. Ne yapıyorum, ne söylüyorum, ne hissediyorum, neye meylediyorum…

O.C.Ç.: Ne yapacaksın bu bilgiyi? Yani dönüşünce ne olacak?

Ç.K.: Hareket kazanmak, yani oradan başka bir ivme almak. İlla ki büyük sözler ya da daha büyük resimler yapmak veya acayip işler çıkarmak değil amacım. Bir döngü aslında. Resim yaparken anlatmaya çalıştığım şey üzerinden kendime bakmak ve dönüştükçe oluşanı kağıda aktarmak.

O.C.Ç.: Herhangi bir sanatçının sergilerine baktığımız zaman şöyle düşünmek mümkün; bir sergi bir cümle. Onun içindeki işler birer sözcük. Tüm cümleleri ardı ardına sıralayınca da bir öykü, bir roman görebiliyorsun. Tabii her sanatçı da kendi geçmişine dönüp bakıyor. Ben nerden başladım? Nereye kadar geldim ve nasıl bir dizge izliyorum? Genel olarak evrimin algılanışında ve herhangi bir sanatçının külliyatına bakışta, sürekli ileriye doğru gidiş gözetiliyor. İleri ne demekse. Oysa böyle bir gereklilik ya da yön yok. Evrim konusu da böyle değil mi? Evrim kuramcıları hep dile getirir, evrimin bir niyeti ve hedefi yoktur diye. Yani hep ileri gidilecek diye bir şey yok. Zaman zaman retro davranışlar sergilenebilir. İlk dönemine geri dönebilirsin. Ben kendi işlerimde bunu görebiliyorum. Bir işi yapıp algılamak, kavramak, o konunun kapandığı anlamına gelmiyor. O sadece senin repertuarında yer almış oluyor.

Ç.K.: Tabii, bazı konular demleniyor, sonra çekmeceyi açıyorsun, tekrardan bakıyorsun ve gördüğün şeye yeniden dokunmak istiyorsun.

O.C.Ç.: Müzik de yaptığını öğrendim bugün; özellikle müzisyenler bunu daha çok yapar. Müziğin tekrar tekrar üretilmesi gerektiği için belki, işin doğası gereği. Mesela King Crimson’ın ya da herhangi bir başka grubun 70’lerde yaptığı bir müziği 80’lerde bir konser kaydında dinlediğinde, yorum farkı görebiliyorsun. Müzik aynı müzik oysa. Bir sesi güncelliyorlar aslında. Senin bir resmi birkaç defa yaptığın oluyor mu?

Ç.K.: Müzik değil de şarkı söylüyorum bu arada. Defalarca aynı şeyi yaptığım oluyor, sonuçta içlerinden birini seçip sergiliyorum. Hangisini seçtiğimden öte esas ilgimi çeken işi asma aşamasına gelene kadar olanlar. Boyayla, kağıtla defalarca tanışıyorum. Her seferinde ne kağıdı tanıyorum ne de boyayı. Defalarca aynı formu sürmüş olsam bile içinde hep yeniden yeni bir deneyim.

O.C.Ç.: Anlattığın şeyi şuna benzetiyorum, İstiklal Caddesi’nde defalarca yürürsün ama başını kaldırıp binaların tepesine baktığında gördüğün, ilk kez farkettiğin bir şey oraya farklı, yeni bir gözle bakmana sebep olur. Her şeye şaşırabilmek, her seferinde yeniden tanışabilmek, bir çocuk şaşkınlığını koruyabilmek önemli galiba. 

Ç.K.: O an değil belki ama daha sonrasında görebiliyorsun. Daha önce başka bir şeye takılmış olduğun için fark edememiş olduğun şeye bu sefer denk geliyorsun.  

O.C.Ç.: Peki tutarlılık konusunda ne düşünüyorsun? 

Ç.K.: Tutarsız olmak istiyorum. Altında imzası olmasa bile bunu kesin Çağla Köseoğulları yapmıştır denilecek çalışmalar yapmıyorum. 

O.C.Ç.: Bu iyi bir şey mi peki? Çoğu sanatçı bununla övünür çünkü. Bakar bakmaz eserin kime ait olduğunun anlaşılmasına önem verilir. 

Ç.K.: Bunun gerilimini çok yaşadım ilk işlerimi yaparken. Kimsenin anladığı şekilde doğru olmak ya da tutarlı olmak zorunda değilim halbuki. 

O.C.Ç.: Bu esasen fotoğrafçılar için daha kolay çözülebilir bir mesele. Fotoğrafta özel bir çaba göstermezsen zaten bütün işler birbirinin aynısı oluyor. Endüstriyel bir arayüz kullandığımız için. Üslup oluşturmak çok güç ve bunu yapamadığında da, yani herkes gibi olduğunda kimse sana niye yapamadın demiyor. Buna rağmen benim için üslubu yok denmiştir, bana kalırsa üslup çeşitliliğimden dolayı. Bu bir kararsızlık gibi algılanıyor. 

Ç.K.: Her şeyin bir tanımlama üzerinden anlam buluyor olması bayağı bir dert. İlişki kurabilmenin ön koşulu aşinalık oluyor çoğunlukla. Tanıyabildiğimiz şeyi seviyoruz, anlamadığımızdan kaçınıyoruz. 

O.C.Ç.: Biz seninle aynı galerinin sanatçılarız. Bir galeri tarafından temsil edilmeyi nasıl yorumluyorsun? 

Ç.K.: Ey galeri bugün benim için ne yaptın.:)

O.C.Ç.: Felsefe, bilim ve din. Bunların hepsi varoluşu açıklamak, varoluşa anlam katmak için rekabet halinde ve hepsi meseleye farklı yerlerden yaklaşıyor. Biz ise aynı sorunu sanat yoluyla ele alıyoruz. Öncelikle de kendimizi anlamamız gerekiyor bu yüzden. 

Ç.K.:  Anlamak da zor, anlatması da. 

O.C.Ç.: Bir genetik miras var ve bu sadece göz ya da saç rengimizi belirlemiyor. Bazı eğilimler, hazlar, korkular da beraberinde geliyor. Bazı davranışlarımızı istemsiz yapıyoruz. Ancak diğer türlerden önemli bir farkımız var: Genetik mirasa karşı çıkabiliyoruz. Mesela doğum kontrolü böyle bir şey. Ama genetik mirasımıza bilinçli olarak karşı koymak hiç kolay bir şey değil. Farkındalık ve irade gerektiriyor. 

Ç.K.: Haklısın. O farkındalığı muhafaza etmek o kadar zor bir şey ki. Hayatında her an çok fazla şey oluyor ve daha önce ayırdına vardığın şeyleri kendine hatırlatmak zorunda kalıyorsun. Bir olay gerçekleşirken hep aynı davranış pratiğiyle cevap veriyorsun ve durumun farkına varıp bunu kırdığın, farklı bir ilişki kurabildiğin noktada genetik miras gereği senin hayatına kötü etki edebilecek davranışları ortadan kaldırmış oluyorsun. İrade ve bu bilinci hep diri tutmak gerçekten çok zor. 

O.C.Ç.: Bilinçli olarak bir mutasyon geçirmekten bahsediyorsun aslında. O sert kabuklu sürecin içinde bir yandan kendi reflekslerini algılayıp tepki verebiliyor olmak zor ve önemli. 

Ç.K.: Bir yandan da alışık olmadığın durumlara maruz kaldığında gösterdiğin tepkiler sende var oldugunu bilmediğin suretlerini açığa çıkarıyor. Bu da garip. Mesela Gezi döneminde bir başka ben ile tanıştım, böyle bir zeminde nasıl tepkiler verebildiğimi ilk defa görmüş oldum.

O.C.Ç.:  Senin iraden dışında bir durum gelişti ve sen de kendini görebildin ama bunun için yine Gezi ya da benzer şiddette başka koşullar  oluşmasını mı bekleyeceğiz? Mesela şunu yapan sanatçılar da var: kendine bir travma yaratıp onu gözlemliyor. Kendi krizini kendi yaratıp bir kobay gibi orada gözlemliyor kendisini. 

Ç.K.: Herhangi bir çıkmazda kendini o çıkmazı yaratan şeye maruz bıraktığında onunla ilişkin form değiştiriyor. İzlediğim bir programda çok ileri düzeyde temizlik hastası bir adam vardı. Son derece kısıtlı ve bunaltıcı bir hayat yaşıyor ve haliyle bundan şikayetçi. Doktoru da adamı sakındığı şeylere kademe kademe yoğunlaşan bir şekilde maruz bırakarak onun durumuyla yüzleşmesini sağlıyor. Maruz kaldıkça alışıyor ve durumla başka bir ilişkiye geçmeye başlıyor. Demin söylediğine istinaden o zorluğu yaratıp ona bir cevap aramak aslında sanırım önemli bir şey. 

O.C.Ç.: Kendimizi turnusol kağıdı gibi kullanıp, dışarıdan görmek, tekrar kendine bakmak. O zaman bunu başkalarıyla paylaşmakta da bir sakınca olmuyor. 

Ç.K.: Evet, ben denedim, sen de bir bak. Benim baktığıma sen nasıl bakıyorsun, dokunuyor mu sana? 

O.C.Ç.: Bu nitekim olmuyor mu? İnsanlar başka sanatçıların -özellikle sinemada- davranışlarını kopyalıyorlar. Kurmaca olduğunu bilmesine rağmen, anlatıları gerçekten yaşanmış gibi algılayan pek çok insan biliyorum ki, bilimsel panellerde bile film sahneleri kimi zaman örnek gösteriliyor. Ama bu yanılgı aynı zamanda kendini gerçekleştirme potansiyeline sahip. Birisi hayal ürünü olan davranışı kopyalıyor ve gerçek oluyor böylece. 

Diğer sanatçılarla ilişkin nasıl? Ben bazen şöyle hissediyorum; başka fotoğrafçıların benim işlerim için yaptığı yorumlara bakıyorum ve, “ben olsam nasıl yapardım,” yaklaşımıyla konuyu ele aldıklarını görüyorum. Bu bende giderek bir tepkiye yol açtı. Diğer sanatçıların ne düşündüğünü dikate alarak çalışmalar üretmiyor, sergiler açmıyorum. Ama bir yandan da hep birlikte dayanışma ve paylaşım ile bir cephe oluşturmak, sanatçılar arasında diyalog kurmak büyük önem kazandı. Şu anda seninle yaptığımız şey de bunun bir parçası. Sen nasıl yaklaşıyorsun bu duruma? Ya da sanatçı diye bir tanıma, bir sınıfın içine koyuyor musun kendini? 

Ç.K.: Hiçbir şeyin içine koymuyorum aslında kendimi. Sanatçı mıyım, o muyum, bu muyum bilmem. Algıladığım bir şeyin benden nasıl çıktığına bakıyorum ve insanlara nasıl dokunuyor, benzer şeyler hissettirebiliyor muyum? Tamamen bununla ilgileniyorum, kimin ne söylediğiyle değil. Diğer sanatçılar da benzer şeyler hissediyordur gibi geliyor bana. Çok güzel bir sergi görünce gözlerim doluyor, heyecanlanıp inanılmaz mutlu oluyorum. Herkese değen şey, bundan ötesi olamaz.

 O.C.Ç.: Çok kıymetli bu söylediğin şey. Bu biraz kaybedilmiş bir duygu günümüzde. Özellikle dijital medyanın unsurlarıyla üretimlerde doğal olarak arana bir mesafe giriyor çünkü bir algoritmayla ilişki kuruyorsun. Senin dile getirdiğin şey ise çok daha dipte, zor edinilen ve kıymetli bir şey. Senin işlerinin izleyiciyi kavrayıştan ziyade duygular üzerinden bir iletişime davet ettiğini düşünmek istiyorum.

Ç.K.: Umarım bunu yapabiliyorumdur.

 O.C.Ç.: Ben bir sergiye gittiğim ve işlere baktığım zaman, ardı sıra hala aynı kişiysem, yani bir sergiye gidip oranın kapısından çıktığımda başıma hiçbir şey gelmediyse ve hala aynı adamsam boşuna gittim demektir oraya. Mesela senin işlerin bana bu değişimi yaşatıyor. Sanattan beklediğimiz zaten bu değil mi? Ben bir film izlediğimde, bir roman okuduğumda biraz olsun başka birisine dönüşmeliyim. Eğer bu başıma gelmiyorsa, büyük bir zaman kaybı yaşandı demektir. Umarım ben bunu kendi izleyicime de hissettirebiliyorumdur. Sanatla kurduğumuz ilişkinin bu doğrultuda olması gerektiğini düşünüyorum. 

Ç.K.: Evet, aynı fikirdeyim. Şunu da söylemek istiyorum, çok entelektüel olmaya, çok bilgi sahibi olmaya gerek yok sanatla ilişki kurmak veya sanat yapmak için. İyi bir sergi gördüğünde zaten çok saf bir şekilde tutuluyorsun. 

O.C.Ç.: Son olarak senin işlerinden bir cümleyle bahsedecek olursak, tüy gibi narin, çok kırılgan ve incelikli işler olarak yorumluyorum. İçinde zamanın biriktiği, bir trans haliyle üretildiği, bir ritüel gerçekleştirir gibi çalışıldığı… Karşı tarafa sadece bir resim olarak değil bir süreç olarak geçiyor. Malzemenle kurduğun ilişki, resminde fazlasıyla hissediliyor… 

Ç.K.: Teşekkür ederim.

O.C.Ç.: Ben de çok teşekkür ederim sana.

 


 (Bu söyleşi Istanbul Art News Ocak 2019 sayısında yer almış, derginin izniyle burada paylaşılmıştır.) 

 

 

Written by Orhan Cem Çetin

20 Mart 2019 at 22:51

Cem & Cem

leave a comment »

Art unlimited Yaz 2018 sayısı için şahane insan Çınar Eslek‘in başlattığı bir süreç sonunda Cem Akaş ile buluştuk ve sohbetimiz kayıt altına alındı. Buluşmamızı belgeleyen bir de fotoğraf olması gerekiyordu; ben de yukarıdaki işi yaptım. Bir tarafta maydanoz, diğer tarafta küpe çiçeği.

Written by Orhan Cem Çetin

10 Temmuz 2018 at 23:50

Fotoğrafın en saf halinden alınan haz / Barbara ve Zafer Baran ile “Rasathane”ye dair.

leave a comment »

Barbara ve Zafer Baran ile Rasathane sergisine dair söyleşi.

Istanbul Art News, Kasım 2013

Sorular ve İngilizce’den çeviri: Orhan Cem Çetin

İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi solo sergiler kapsamında, tanıştıkları 1981 yılından bu yana iki imzalı seriler üreten Barbara ve Zafer Baran’ın “Rasathane” başlıklı retrospektif seçkisine yer veriyor. Sergideki seriler, sanatçıların 90’ların sonlarından bugüne dek gerçekleştirdikleri çalışmaları kapsıyor. Geçtiğimiz Kasım ayında açılmış olan sergi, 27 Nisan’a kadar izlenebilecek.

Bireysel üslup geliştirmenin zor olduğu disiplinlerin belki de en önünde yer alan fotoğrafta, üstelik bir ortak çalışmanın ürünü olarak, son derece istikrarlı kuramsal ve estetik dizgeler izleyerek bugünlere gelen sanatçılar, ilk işlerinden bu yana varoluşu ve bir kavrayış temrini olarak fotoğrafı içiçe geçmiş bir biçimde ele alıyorlar.

Sergi öncesinde, sanatçılarla yazışarak bir söyleşi yapma şansım oldu. Konuşmadığımı, yazıştığımı özellikle belirtmek istedim. Zira işlerine gösterdikleri benzersiz itinayı sözlerinden de esirgemeyen Barbara ve Zafer, sorularıma az sözcükle çok şey söyleyerek yanıt verdiler.

Efemera #140, 2002 Arşivsel pigment baskı 116.5 x 126.2 cm.

Barbara ve Zafer Baran
Efemera #140, 2002
Arşivsel pigment baskı
116.5 x 126.2 cm.

 

İlk fotoğrafçılar, muhtemelen bir aciliyet duygusu içinde, insanlığı en çok ilgilendiren iki temel konuyu görüntüleme çabasına giriştiler: doğa (kainat) ve portre (insan). Bir yandan fotoğrafın ontolojisini de araştırıyor gibi görünen külliyatınızda  (ironik olarak tıpkı bir başka fotoğrafçı çift Becher’ler gibi) insana hiç yer vermiyorsunuz. Özellikle mi uzak duruyorsunuz?

İlginç bir soru – ama aslında insan formu bizi her zaman ilgilendirmiştir. İstanbul Modern’deki retrospektif bizim nispeten yakın tarihli işlerimize, 1999 sonrasına odaklanıyor; bir arkeolojik kazının en üst katmanı gibi. Ancak 1970’lerin sonlarına kadar gidip daha eski işlerimize göz atacak olursanız, çok sayıda portreye, ayrıca insanlara, bireylere dair belgesel projelere rastlayabilirsiniz (bu projelerin arasında nispeten ilginç olanlardan biri, Henri Cartier-Bresson’un ailesi tarafından kendileri için talep edilmiş olan özel bir çalışmaydı), ki bunların tamamı başlı başına bir sergi oluşturabilecek hacimdedir.

Hatta, bizim 1988’de Londra’da Photographers’ Gallery’de açtığımız ilk ortak sergimiz, sadece Türkiye’nin kuzeybatısında, kırsal bölgelerde yaptığımız yolculuklar sırasında çektiğimiz siyah-beyaz portrelerden oluşuyordu. August Sander’in çizgisindeki bu yarı-formal portreler, (madem ki Bernd ve Hilla Becher’den söz ediyoruz) bir miktar da bugün fazlasıyla hakim hale gelmiş olan “Alman” stiliyle ilişkiliydi.  O zamanlar hem portre hem de peyzaj fotoğrafçılığındaki ortak işlerimiz, “Yeni Nesnellik” anlayışına ve Robert Adams, Lewis Baltz ve Becher’ler gibi “Yeni Topografi” akımına dahil olan fotoğrafçılara duyduğumuz ilgiyi fazlasıyla yansıtıyordu.

Bugün yaptığımız çalışmaların büyük bölümünde insanlar fiziksel olarak yer almasa da, Turner’s View, Toxic Forest ve Metropolis serilerinde olduğu gibi, varlıkları çoğu kez ima edilmektedir. İnsanlar  güncel işlerimizde geçmişe kıyasla daha az bariz bir biçimde yer alıyorlarsa, bunun nedeni içinde bulunduğumuz koşulların ve çevremizin değişmiş olmasıdır. Doğrudan yakın çevremizde yer alan malzemeler ile çalışmayı (ve bu malzemeye tepki vermeyi), etrafımızdan, gündelik hayatta gördüklerimizden, bulduklarımızdan esinlenmeyi tercih ediyoruz. Bunlar genellikle en basit şeyler oluyor: çakıl taşları, tohumlar, uçakların gökyüzünde bıraktığı izler, toz ya da ayışığı gibi.

Fotoğrafçılıkta insan figürünün yeri hakkında çok daha fazlası söylenebilir: Facebook örneğindeki gibi sosyal medyanın yükselişi ve buna bağlı olarak insan fotoğraflarının başa çıkılmaz istilası, “sokak fotoğrafçılığı” adı verilen alanın özel hayatın gizliliği hakkına dokunduğu noktalarda taşıdığı rahatsız edici olma potansiyeli, genel olarak insan konusunun suistimali, voyörizm vs. vs.

Geçmişte 35mm makinemizi elimize alıp sokaklarda ilginç insanları ilginç durumlarda görüntülemek isteyebilecekken, bugün tereddüt ediyoruz. Tabii, modelin rızası ve katılımı ile gerçekleşen portre çalışmaları tümüyle ayrı bir konu.

 

Zaman, bir sanatçının, özellikle de bir fotoğrafçının eninde sonunda kafa yormak zorunda olduğu temel bir kavram. Işık ve zaman, fotoğrafın iki temel teknik parametresi. İşleriniz çoğu kez doğrudan bu iki unsura dair. Zaman hakkındaki görüşünüz nedir? “Zaman” sizce nedir?

Zaman, kaçınılmaz olarak tüm işlerimizin merkezinde, kalbinde yer alıyor. Görüntülerimizde zamanın geçişi bir çiçeğin çürüyen taç yaprakları, kayaların ve taş parçalarının yavaşça aşınması, ayın bir su örtüsünün üzerindeki ya da bulutların gökyüzü boyunca devinimleri, her yıl düzenli olarak saçılan tohumlar, ya da hayal bile edilemeyecek kadar uzaktaki yıldızların bize ulaşan ışıkları yoluyla ima ediliyor.  Ayrıca, fotografik pozlamanın milisaniyelerden dakikalara uzanan kendi zamanı var.  Geçmişte (şimdilerde çok daha nadir olarak), karanlıkodada görüntünün kimyasal işlem sırasında, fotoğraf kağıdının üzerinde ağır ağır olgunlaştığı süre vardı. Ve tabii bir de bizim kendi zamanımız var; kendi yaşamımızın çatısı içinde ilerlediğimiz sürece.

 

Bir süredir dikkatimi çekiyor. Olgunluk dönemine giren fotoğrafçılar manzaraya, doğaya, gökyüzüne yöneliyorlar. Başta Stieglitz olmak üzere, Friedlander, Goldin, hatta Koudelka bu sanatçılardan bazıları. Günümüz fotoğrafında da Ruff, Tillmans ve Paglen gibi isimlerin daha da uzaklara baktıklarını, göksel olaylarla, uzak cisimlerle ilgilendiklerini, neredeyse birer astronom gibi çalıştıklarını  görmek mümkün. Sizin de menzilliniz yakın ve uzak arasında gidip geliyor. Üstelik serginizin adı “Rasathane“. Bu eğilimi en azından kendinizde açıklayabilir misiniz?

Kendi işilerimizdeki yönelmenin neden bu şekilde olduğunu, -portre ve peyzaj işlerimizde olduğu gibi- çevremizi çok daha doğrudan temsil ederken, sonraları deyim yerindeyse daraltılmış bir odak ile fotografik araştırmalara neden yöneldiğimizi tam olarak açıklayabilmemiz pek kolay değil. Galiba bakışımız orta ölçekten ayrılıp ya çok uzaklara ya da tersine çok yakına kaydı. Ve çoğu kez işlerimizde fazlasıyla küçük ve çok yakında olan nesneler ile uzakta yer alanların arasında yani mikroskopik ile makroskopik arasında bariz bağlar var: Bir elma, göze ya da kozmik bir hadiseye, tohumlar bir teleskopun içinden gözlenen yıldız kümelerine dönüşüyor; ya da daha da küçülerek bir Petri kabının içindeki sperm hücrelerini andırıyor.

Belki de bakışımızdaki kaymanın bu yönde gerçekleşmesinin nedeni, insanların dünyasının fazlasıyla çapraşık, kalabalık ve tahripkar bir hal almasıdır. Kendimizi sıkça bir arayışın içinde buluyoruz; zamansızlığın ve daha da önemlisi sükunetin peşindeyiz. Nesneleri ve “aralarındaki” uzamları gözlüyoruz. Diğer yanda, kendimizi belli bir yolla insanın varoluşunun ve etkileşimlerinin izlerini kayıt altına alırken de bulabiliyoruz (yine Turner’s View, Toxic Forest ve Metropolis‘te olduğu gibi).

“Astronomik” serilerimizden (Star Drawings) söz edecek olursak, bu çalışmanın bildiğimiz anlamdaki astronomi ile yegane ilişkisi öznesidir. Biz, yıldızları ve ayı kendi halleri ile görüntülemiyoruz. Işıklarını kullanarak “çizimler” yapıyoruz. Bu da bizim çizme, resmetme edimine (atalarımızın en başta yaptığı mağara resimlerinden, günümüze dek), ayrıca fotografik dile ve onun sınırlarına duyduğumuz ilgiyi  yansıtıyor.

 

Tarihsel olarak din, sanat, bilim ve felsefenin (politikanın) geçmişte iç içe olduğunu, bir dönem ayrışma oluyor gibi görünüp günümüzde özellikle sosyoloji, felsefe ve teknolojinin tekrar sanat ile buluştuğunu, kesiştiğini söyleyebiliriz. “Sanatçı” dendiğinde zihinlerde şekillenen birey profili de buna bağlı olarak mutlaka değişiyor. Bu çerçevede, izlenen ve etkili sanatçılar olarak kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Nasıl besleniyorsunuz? Kimleri izliyorsunuz?

Bu sorunun bağlamı içinde, özellikle dikkate değer bir kitap olarak Ian Jeffrey’nin ReVisions: An Alternative History of Photography (1999) akla geliyor. Jeffrey bu çalışmasında 1800’lerden bugüne  dek buluşların, keşiflerin, bilimin ve sanatın fotoğrafçılığı ve fotoğrafçıları nasıl etkilediğini araştırıyor.

Günümüzde, daha önce hiç olmadığı biçimde ve takip edilemeyecek kadar fazla buluş birbirini izliyor,  hayatımızın her alanına, biyolojiye, doğa tarihine, bilime ve teknolojiye temas ediyor. Ortalama bir insanın bu buluşları -ki bazıları fazlasıyla daraltılmış alanlarda gerçekleşiyor- herhangi bir derinlikte kavraması ya da mevcut bilgileri ile ilişkilendirmesi mümkün değil. En iyi ihtimalle muazzam bir değişim sürecinin flu izlenimlerine sahip olabiliriz. En küçükten en büyüğüne kadar her şeyi ve herkesi birbirine bağlayan müthiş bir ağa dair izlenim.  Bu “cesur yeni dünya”nın içinde yaşayan ve değişimin çoğunlukla hem çevreyi hem de insan yaşamını tahrip ile el ele yürüdüğü bu dünyayı gözleyen sanatçılar olarak amacımız ne ortaya önermeler koymak ne de birilerini etki altına almak. İşlerimiz yalnızca gördüklerimizin ve düşündüklerimizin birer yansımasıdır.

Bizi etkileyenlerin ise sayısı ve çeşitleri çok fazla; üstelik zamanla da değişiyorlar. Daha spesifik olmaya kalkışsaydık, yanıt fazlasıyla uzun olurdu!

 

Bu denli karmaşık olup kusursuz bütünlüğe, tutarlılığa sahip önermelerin iki sanatçı adına dile getiriliyor olması ilginç. Ortak bir entellektüel yaşam sürdürmek hayli tatmin edici olmalı. Bunca yıldan ve muazzam bir yapıtlar zincirini arkanızda bıraktıktan sonra, birbirinizi içselleştirmiş bile olmalısınız. Konsept geliştirme aşamalarınız hakkında birkaç şey söyleyebilir misiniz?

İnsanlar kimi zaman iki sanatçının, özellikle de fotoğraf alanında nasıl olup da ortak iş üretebildiğini anlamakta güçlük çekiyor. Geçmişte bize sıkça sorulan tipik bir soru şu olmuştur: “Deklanşöre hangiiz basıyorsunuz?” Bu, bir noktanın gözden kaçtığını gösteriyor: ortak çalışmalarda belli bir projenin itici gücü konsept ya da fikirdir. Konsepti ve görsel yaklaşımı tartışarak kararlaştırıyoruz ve çalışma buradan akıp gidiyor. Tabii uzlaşmak her zaman pek kolay olmuyor (insan ne kadar uzun süre birlikte olsa da) ve çoğu kez her ikimizi de tatmin edecek bir ortak noktada buluşana dek hararetli tartışmalarımız oluyor. Ancak yine de en başından beri, yani 1981’de tanışmamızdan bu yana, daha önceki bireysel işlerimiz birçok bakımdan çok farklı olmasına rağmen, genelde akortumuz tutmuştur.

 

Birisi yaklaşık olarak şöyle bir söz söylemiş: “atmosferde ne eksik ise, o kendisini sanat evreninde gösterir.”

Siz de dediniz ki: “…insanların dünyası öylesine karmaşık, kalabalık ve tahripkar bir hal aldı ki…”

Daha önce söylediklerinize ek olarak, işlerinizde yansıması görülen dünyanın “ilksel, huzurlu ve verimli” olduğu söylenebilir mi?

Bu yalnızca kısmen doğru. Evet, bazı işlerimiz gerçekten bu unsurları yansıtıyor. Özellikle ilksel, birincil olanlar, başlangıçta, kaynakta yer alanlar kesinlikle bizi ilgilendiriyor. Ama bu tutumumuz toplum ya da çevre ile ilgili başka meseleleri dışlamamız anlamına gelmiyor.  Belki de, -en azından kendimiz için- bir karşı ağırlık, bir denge unsuru yaratmak adına ilksel ve durağan olana yöneliyoruz.

 

Geçmişte dönüştürülmüş fotoğraf makineleri ile yaptığınız çalışmalar, tüm kainatı bir fotoğraf makinesine dönüştürmenizle son bulmuş görünüyor. Böylece sizler de bu mekanizmanın parçası haline gelmiş oluyorsuınuz. Belli ki sizin için süreç, sonuçtan daha değerli. Yolculuğun hedeften daha önemli olması gibi. Bunun bir sonraki aşaması nedir? İzleyici koltuğunun tümüyle boş bırakılması mı?

İster yıldızların ışıkları, ya da bir kayanın dokusu veya bir yaprağın damarları olsun, bir konuya yakından ve yoğunlaşarak bakmak, çoğu kez bütünüyle onun içine çekilme, onun bir parçası olma (dediğiniz gibi, “mekanizmanın” bir dişlisi haline gelme) duygusunu açığa çıkarabiliyor. Fotoğraf disiplini içinde, söz konusu bakma süreci ayrılamayacak biçimde bu deneyimin kayıt edilmesi ile iç içe geçiyor. Bu görme ve kaydetme gereci için de geçerli. İki süreç el ele yürüyor. Bizim için, bunlardan biri diğerinden daha önemli değil. Dahası, görme ve kaydetme bir yolculuğa benziyorsa, çıktısı da (baskı, dia veya sayısal görüntü hatta birbiriyle etkileşim halindeki görüntü kümeleri olabilir) bu yolculuğun haritasını oluşturuyor; birbirinin sağlamasını yapıyor. Bu arada, haritalar da her zaman ilgimizi çekmiştir; sergideki en eski tarihli projenin Atlas başlığını taşıyor olması bir rastlantı değil.

İzleyici koltuğunun boş bırakılması konusuna gelince, Garry Winogrand bir zamanlar şöyle demişti: “Şeylerin fotoğraflarda nasıl göründüklerini öğrenmek için fotoğraf çekiyorum.” Fotoğrafın kendisinden, en saf haliyle kendisinden aldığımız haz (izleme ve dönüştürme edimi) her zaman bizimle ve merkezimizde olacaktır, süreçle her ne yapıyor olursak olalım.

 

 

 

Written by Orhan Cem Çetin

06 Nisan 2014 at 16:59

35 senelik kişisel arkeoloji

with 5 comments

İstanbulArtNews / Ocak 2014 / Röportaj: Nilüfer Şaşmazer / Fotoğraf: Işık Kaya
 

Plato Sanat’ın organize ettiği Portfolyo Serisi başlığı altında çalışmaları yer alacak ikinci sanatçısınız ve bu seri biraz da retrospektif yanı olan bir seri. Sizce retrospektif bir sergi açmanın vakti gelmiş miydi?

Bu sergi benim için biraz değil, tam bir retrospektif. Zaten Marcus Graf da ilk öneriyle geldiğinde, sana retrospektif yapmak istiyoruz diye ifade etmişti. Ve, evet, sanırım vakti gelmiş. Sergiyi ziyaret edenler 1978’den bu yana yaptığım çalışmalardan öne çıkan örnekleri görebilecekler. Salonun izin verdiği ölçüde, olabildiğince çok iş sergilemeye çalıştık. Buna karşın bazı seriler yer almıyor. Hepsi dikkate değer olmasa da 35 senenin ürünü günyüzüne çıktı.

Çok küçük yaştan beri fotoğrafın içindesiniz, sayısız fotoğraf çekmişsinizdir, ilk serginizi de 1988’de açmıştınız. Retrospektif niteliği taşıyan bu sergiyi hazırlarken geriye dönüp işlerinize, sergilerinize baktığınızda Orhan Cem Çetin size dışarıdan nasıl göründü?

Kişisel arkeoloji; çok sarsıcı oldu. Naif, dekoratif işlerden daha kavramsala, kişisel öykülere, sadeliğe gittiğimi gördüm. Yine de eskiden çok daha cesaretli, daha atakmışım. Giderek akademikleştiğimi, daha az risk aldığımı, ama bir yandan da çok daha disiplinlerarası bir tavıra yöneldiğimi görüyorum. Bir sanatçı olduğuma karar vermem zaman aldı. Malum, sanat eğitimi almadım. Kendimi yetiştirme sürecimi, sanatın hayatıma nasıl yayıldığını daha iyi gördüm. Eski işlere bir kez daha alıcı gözüyle bakarken “keşke yapmasaymışım” ya da “keşke öyle değil de şöyle yapsaymışım” dediğim de çok oldu ama bu kadar fazla işin arasında tabii ki sadece zincirin bir halkası görevini yapan, kendisi pek dikkate değer olmayan işler ortaya çıkması kaçınılmaz. Şu anda bulunduğum nokta çocukluk hayalim olduğuna göre, pek şikayetçi olmamalıyım. Kendimden bir “Aferin!” aldım sonunda.

Son kişisel serginiz 2011 yılında Sanatorium’da açtığınız ‘Yeni Çağ’ sergisiydi ve adı yanılmıyorsam yalnızca dış dünyaya değil, size de işaret ediyordu (bakış açınızın değişmesi, fotoğrafa kattığınız öğeler.. anlamında) Son sergiden bu yana hayatınızda ve sanatınızda neler değişti? Bu sergide izleyiciler nelerle karşılaşacak? Sergide yeni işleriniz olacak mı ya da sergide izleyiciler ağırlıklı olarak hangi (dönem) eserlerinizi görecek?

Evet, Yeni Çağ hem dünyanın (özellikle Türkiye’nin) hem de benim yeni bir dönemime işaret ediyor, öncesine göre daha ağırbaşlı, daha klasik işlerden oluşuyordu; bu bir açlıkmış sanırım bende. Sonrasında, aynı görsel nitelikleri kullanarak daha şiirsel, daha kişisel, daha cesaretli olan ve metinle, gündelik hayatla, düşünceler dünyasıyla daha girift ilişkiler oluşturmaya çabaladığım Herkes İçin Duvar Kağıtları serisi geldi. Bunların büyük bir bölümü Plato’da görülebilecek. Zamanında fotoğrafçılar dünyasının içinde kapalı kalmış olan erken dönem işleri de göstermek istedik. 1988, Tanıdık Şeyler ve 1993 Renk’arnasyon serilerinden hala çok sevdiğim örnekler var sergide. Bazıları şimdiye dek sadece ekrandan görülebilmiş, bazıları hiç görülmemişti.

Fotoğraf sanatçısı, akademisyen, ayrıca eğitimci, danışman, çevirmen, yazar, blogger, radyo programcısı, müzisyen… yabancıların dediği gibi “birçok şapka” taşıyorsunuz. Bunlar arasındaki dengeyi nasıl tutturuyorsunuz? Bunlar birbirini tamamlayıp besleyen şeyler mi?  

Tutturabildiğimden pek emin değilim. Çok bunaltıcı olabiliyor. Nasıl bu hale geldiğini de pek anlayamıyorum ama sanırım bu bir hayatta kalma, aklını koruma stratejisi benim için. Sürekli kendimi meşgul etmek zorundaymışım gibi geliyor. Üstelik listenizde önemli eksikler bile var. Birbirlerini besliyorlar mı? Evet kesinlikle. Sürekli hayata farklı perspektiflerden bakma, aynı gün içinde defalarca kişilik değiştirme şansım oluyor. Bir alanda elde ettiğim deneyimleri diğerine transfer etmeyi deniyorum.Düşünmek için bolca malzeme topluyorum. Son tahlilde hepimizin yapmaya çalıştığı şey hayatı anlamlı bir bağlama yerleştirmek, yaptıklarımıza anlamlı nedenler bulmak değil mi? Farklı işler yapmak bunun bir tür çapraz sağlamasını yapabilmeyi de sağlıyor.

Hem dijital fotoğraf kullanımı konusunda hem de Türkiye’de internet ortamını fotoğraf sergisi için kullanma anlamında ilklerden birisiniz. Fotoğrafın instagram gibi araçlarla “demokratikleşmesi” ya da kolay erişilebilmesi nedeniyle kavramsal fotoğraflar dahi kolay üretilebilir hale geldi. Sizin hem bu durumu nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum hem de buradan yola çıkarak bir instagram fotoğrafı sanat eserin sayılır mı sorusunu tartışmaya açmak istiyorum. (Mesela sizin de instagram hesabınız var, bunları birer eser olarak görüyor musunuz?)

Kimi zaman evet, kimi zaman hayır. Picasso ayakkabısını boyadığında bu bir sanat eseri mi oluyordu? Bir üretimi ya da davranışı sanat eseri haline getiren onun hangi elden çıktığı ya da formatı değil, arkasındaki niyet ve beyan olduğuna ve dolayısıyla istisnasız her şey bir yapıta dönüşebileceğine göre, Instagram da bu potansiyeli taşıyor. Ben başından beri herkesin fotoğraf çekebiliyor ve paylaşabiliyor olmasını çok ama çok olumlu buluyorum. Herkesin bu yolla sanata bir giriş yapma şansı oldu ve sanat yukarı doğru hızla itiliyor. Ayrıca zaten daha çok insanın yazıp çiziyor, görüntü üretiyor olması öteden beri arzu edilen bir durum değil miydi? Fotoğrafın bulunmasında insanları heyecanlandıran önemli bir nokta da tıpkı matbaanın bulunuşunda olduğu gibi, bir düşünce ürününün artık sınırsızca çoğaltılabilecek olması değil miydi? Sanatın yaygınlaşması bir kültür politikası, bir misyon değil miydi? Şikayetleri samimi bulmuyorum. Sanki mevcut ve müstakbel sanatçıların yerlerini koruma, “sanatçı” payesini korunaklı kılma gibi bir motivasyonları var alttan alta.       

Çalışmalarınızın bir kısmı “belgeleme”ye odaklanırken diğer bir kısmı kavramsal ya da kimileri daha da farklı… Serilerinizin birbirine benzemediğini ve sizi kategoriye sokmanın zor olduğunu siz de belirtmiştiniz ama bana kalırsa sahip olduğunuz mizah duygusu ve araştırmacı yönünüz göze çarpan ortak noktalar, ne dersiniz? 

Kesinlikle katılıyorum. Değişkenliği seviyorum. Farklı formatları denemek çok ilgimi çekiyor. 90’ların sonlarında internet tabanlı edebiyat dergisi Altzine’de “Kurşunsuz Asker” takma adıyla yazarken de her ay farklı bir üslup, farklı bir yapı deniyordum. Ama ortak olan, dediğiniz gibi mizah, hatta kara mizah ve çok katmanlı işler yapma çabasıdır. Mizah, hem sanatçının hem de izleyicinin zekasını parlatıyor. Sürpriz içerdiği için keşif duygusu yaşatıyor. Sanatçı ile izleyici arasında çok daha yoğun, daha sağlam bir köprü kuruyor. Gündelik hayatta da böyle. Yakından tanıyanlar, arkadaşlarım, öğrencilerim iyi bilirler, şakacıyımdır çok. Hayatı yumuşatan da birşey bu belki; varoluşun bedeli olan karamsarlığa karşı incecik bir kalkan.

Bir yerde fotoğrafçılardan çok farklı disiplinlerden sanatçılarla bir arada olmaktan zevk aldığınızı söylemiştiniz, sizin fotoğraf dışında video, film,resim, heykel vb. farklı alanlarda üretimleriniz oldu mu?

Tek tük oluyor. Birkaç örnek görülebilecek Plato’da. Ama özellikle hareketli görüntünün fotoğraftan bütünüyle farklı bir dil olduğunu düşünüyorum ve o alana girmeye çekiniyorum. Fotoğrafı sinemaya geçmek için bir basamak, bir alıştırma, bir aşama olarak görenleri de uyarıyorum. Çok farklı disiplinler. Çok farklı diller ve korkarım aynı zihnin içinde uyumsuzlar. Benim için fotoğrafın yanında önde olan diğer disiplin yazıdır. Kimi zaman da performans. 

Aslında çok uzun zamandır bu işin ve sanatın içinde olmanıza rağmen sizinle aynı dönemden ya da aynı yaşlardaki sanatçılardan daha farklısınız, göz önünde olmayı mı sevmiyorsunuz yoksa diğer meşguliyetleriniz mi sizi engelliyor?

Galiba her ikisi de. Ayrıca ben esasen çok mahçup birisiyim, kimi zaman fobi derecesinde. Tüm sanat üretimim belki de toplumla uzaktan mesajlaşmak gibi benim için. Daha emniyetli, daha kontrollu bir temas. Bilinmek, izlenmek tabii ki bana haz veriyor ama bizzat değil, işlerimle. Kim bilir belki bu da bir “imaj” inşa etme şeklidir. Her alandan birçok sanatçı ile tanıştım, zaman geçirdim, birlikte iş yaptım. Aralarında efsaneleşmiş insanlar da var. Kimileri için, “Keşke hiç tanışmasaymışım,” diye aklımdan geçirdiğim olmuştur. Takdir, itibar arttıkça, onu koruma endişesi de artıyor. Bu da beni yalnızlaştırıyor olabilir.

Eğitimci yanınız çok önemli çünkü yıllardır birçok kurs, dernek ve üniversitede binlerce öğrenciniz olmuştur. Bu eğitimci kimliğinizi ve derslerde teknik mi yoksa daha sanatsal bakış açısına mı ağırlık veriyorsunuz? 

Tekniği önemsiyorum. Fotoğrafçılık ne yapalım ki teknik bir iştir ve bir fotoğrafçının paletini hakim olduğu teknikler oluşturur. Ama teknik, düşüncenin hizmetkarıdır. Öğrencilerime de bunu telkin ediyorum. Deneyin, öğrenin, zamanı gelince kullanabilecek durumda olun ama asla teknikten düşünceye doğru gitmeye çalışmayın. Bana projelerini anlatmak isteyen öğrencilerim ilk iş fotoğraflar tarif etmeye girişiyorlar. Bunu doğru bulmuyorum. Öncelikle önermeyi duymak istiyorum. Bu proje neden yapılıyor? Nerelerden esinlendi? Hayatı nasıl yorumluyor? Kişisel motivasyonlar nelerdir? Yapılmış benzer işlerdeki yaklaşımlar nelerdir, vs. Ancak bu sorular yanıtlandıktan sonra sıra teknik çözümlemeye gelebilir. Teknik nasıl olsa öğrenilir, hatta gerekirse bilen, yapabilen birine yaptırılır. Ama sanatsal ifade kendi içinizden çıkmalıdır ve bu öğrenilmez, keşfedilir.

Bir öğrencime tek bir şey öğretmem gerekseydi, şüpheci olmayı öğretirdim, ışık ayarını değil.

Aralık 2013