postparalax

Orhan Cem Çetin, fotoğrafçı vs.

Bilinç mi, yoksa rüya mı daha kıymetlidir?

with 8 comments

FotoAtlas’ın Sonbahar 2014 sayısında yer alan yazım, derginin izni ile aşağıdadır. İyi okumalar.

 

İnsanın ürettiği yazı gibi, resim gibi, dans gibi tüm iletişim yöntemlerinin farklı kategorilerde ele alınabilecek işlevleri var. Fotoğraf da bu yöntemlerden biri ve fotoğraf için de aynısı geçerli. Gel gelelim, örneğin resim ya da heykel ya da yazının binlerce yıllık geçmişi varken fotoğrafla geçirdiğimiz süre henüz 200 yıl bile değil. Bu yüzden, çok daha uzun süredir kullandığımız diller hakkında daha büyük bir külliyat ve daha olgun düşüncelerimiz varken, fotoğrafa dair düşüncelerimiz henüz yeterince berrak değil.

Bu yazı, bir sanat dalı olarak fotoğrafı ele alıyor. Örneğin böyle bir yazıyı resim hakkında yazmak kimsenin aklına gelmezdi. Ya da, “Yazının sanat hâli: Edebiyat” başlıklı bir makaleyi kimse kaleme almazdı, buna ihtiyaç duymazdı. Ancak gördüğünüz gibi, fotoğraf için böyle bir yazı yazılabiliyor. Demek ki fotoğrafın işlevlerini henüz yeterince ayrıştırabilmiş değiliz. Bu ayrıştırmayı yapamayışımızın bir nedeni de farklı işlevler için üretilmiş olan fotoğrafların aşırı derecede birbirine benzemesi, dolayısıyla görünüşlerinin doğrudan kategorilerini ele vermiyor olmasıdır.

Oysa bir roman ile bir mahkeme tutanağını, bir karikatür ile bir mimari çizimi kolayca ayırt edebiliriz. Böylece ilk anda bağlamın önemli bir katmanı oluşur ve karşımızdaki çalışmanın bir yapıt mı, tümüyle işlevsel bir çalışma mı, geçici bir kayıt mı, iddiasız bir karalama mı olduğunu anlar, onunla ilişkimize bu kabul ile başlarız.

Fotoğrafta ise bu çoğu kez mümkün olmuyor. Erken dönemde, henüz sadece kıpırdamayan şeylerin fotoğrafı üretilebilirken, bu yeni teknolojinin belge oluşturma potansiyeli ancak sezilebiliyorken, ilk fotoğrafçılar birer sanatçı olduklarını kanıtlama çabasına giriştiler. Öyle ya, onlar da aslında bir tür resim yapıyorlardı. Bunun için, klasik resimleri, onların temalarını, mitolojik sahneleri, resim estetiğini kopyalama yoluna gittiler. Ancak bu yeterli olmadı. Resimler, ressamların hayal dünyalarını, gerçekliğe dair yorumlarını yansıtırken fotoğraflar gerçekliğin kuru, mekanik, kolay elde edilmiş birer kopyasıydı.

Bu bakış açısının yakın tarihe kadar, hatta belki bugün bile bir ölçüde geçerli olduğu söylenebilir. Fotoğrafın esasen bir sanat olmadığı, olamayacağı savı genelde bu gerekçeye dayandırılır.

Öte yanda, özellikle günümüzde fotoğrafın (ve türevi olan videonun) çok güçlü gerçeklik imâsı, kolay paylaşılabilirliği, çok yüksek düzeydeki tutum değiştirme yeteneği onu vazgeçilmez bir iletişim aracı haline getirmiştir.

Elinizde tuttuğunuz dergide de vücut bulan bu işlev, yani gerçekliğin olabildiğince “objektif” bir biçimde dokümantasyonu / yeniden sunumu, sanatın temel kavramları ile çelişir. Zira sanatın, en azından günümüzde, gerçekliği olanca sadakatıyla yeniden üretmek gibi bir iddiası olamaz. Sanat metafor içerir. Kurmaca içerir. Gerçekliği dönüştürür, bireysel izlenimlerin kusurlu dünyasına çeker. Daha da ileri giderek sanatın çoğu kez külliyen yalan olduğu bile söylenebilir; ama Picasso’nun dediği gibi, bizi gerçeğe, hakikate yaklaştıran bir yalan!

Yine günümüzde, sanatçıların giderek daha politik, daha ideolojik çalışmalar yapma eğilimi taşıması, birer araştırmacı, sosyal bilimci, düşünür gibi davranıyor olması, en başta söz ettiğim ayrımı güçleştirmektedir. Fotoğrafa dönmek için bir örnek vermek gerekirse, belgesel fotoğrafın kalelerinden Magnum Photos üyelerinden Martin Parr, son yıllarda kendisini fotoğrafçıdan ziyade bir antropolog olarak tanımlamaktadır.

Fotoğrafın kendisine bakarak gerçekliği tanımlama iddiası taşıyan bir belge mi yoksa bu iddiadan uzak, bireysel yorum ve kurgu içeren bir yapıt mı olduğunu anlamanın olanaksızlığından yukarıda söz etmiştim. Eğer bu bir sorun ise, en kestirme çözüm bu sorunu görmezden gelmek ve ayrım yapmayıvermek olabilir.

Ne var ki, bu yola gittiğimizde de çalışmanın doğru okunması neredeyse olanaksızlaşıyor ve belki de mecrasını, bağlamını bulma şansı ortadan kalkıyor.

Özellikle 20 yy. başlarından itibaren, Ansel Adams, Edward Weston, Alfred Stieglitz, Man Ray gibi efsaneleşmiş fotoğrafçılar, fotoğrafın kendi içinde saklı olan estetik değerleri ve gerçeklik yanılsamasına dayalı yorum potansiyelini açığa çıkartmaya çalıştılar. Bunu başardılar da. Günümüzde aynı çizgide çalışmalar devam ediyor birçok fotoğrafçı kendisine “malzemesi fotoğraf olan sanatçı” denmesini tercih ediyor. Zira, örneğin çağdaş sanatçılar Andreas Gursky, Taryn Simon veya Wolfgang Tillmans’ın yapıtlarına bakıldığında bu işlerin birer dokümantasyon hatta hatıra fotoğrafı olduğunu düşünmek işten bile değil.

Çözüm fotoğrafın görsel niteliklerinde ve içeriğinde olmadığına göre, geriye beyan, mecra ve izleyici deneyimi kalıyor. Yani, fotoğrafçının çalışmasını ortaya çıkartırken, bunun bir belge olduğunu, haber ya da bilgi değeri taşıdığını, tarih yazdığını vs. dile getirmesi, ya da tam tersine, eldeki çalışmanın bir yapıt olduğunu, yüzeydeki, görünürdeki gerçekliğin olduğu gibi okunmaması gerektiğini, bu çalışmanın bir bilgi değil fikir, yorum değeri taşıdığını beyan etmesi gibi. Bu beyan açık seçik de olabiliyor, ima da edilebiliyor.

Söz konusu beyanın ima edilme yollarından biri, belki de en önemlisi, mecra. Fotoğraf nerede sergileniyor? Bir galeride mi? Bir dergide mi? Sokakta, bir afişte mi? Esasen mecra, fotoğrafları kategorize etmenin en temel yolu. Bir fotoğraf ile nerede karşılaştığımız, onunla nasıl bir iletişime geçeceğimizi belirleyen bir diğer temel nokta.

Ama bu süreçte matador, izleyici. Ben yapıtın izleyicinin zihninde oluştuğuna inananlardanım. Bağlam oluştuktan sonra, fotoğrafçı kontrolu ister istemez izleyiciye devrediyor ve o da kendisine sunulanlardan dilediği kadarını alıp kendi yorumu ile birlikte kişisel deneyimini oluşturuyor. Fotoğraf o noktada izleyicinin nezdinde, öngörülenden tümüyle farklı bir kategoriye ya da algı çerçevesine yerleşebilir.

Başta da söylediğim gibi, günün birinde bu tartışmayı ya da değerlendirmeyi yapma ihtiyacımızın kalmayacağını bir kez daha hatırlatmak isterim. O gün geldiğinde, fotoğrafın tek bir işlevi olmadığını, zira onu yapan fotoğrafçının, yani insanın tek boyutlu bir aklının olmadığını, benzer şekilde izleyicinin de edilgin, kendisine verilenle yetinmek zorunda olan bir birey değil, aksine katılımcı, üretken, iletişim ya da sanat sürecinin son ve belki de en önemli parçası olduğunu biliyor olacağız.

Şunu da biliyor olacağız: Sanatçı olmak bir paye ya da mertebe değil, sadece bir davranış biçimidir ve belgesel fotoğraf ile sanat olan fotoğraf arasında bir kıymet dengesi yoktur. Olsa olsa, kendi içlerinde kıymetli ya da daha az kıymetli üretimler olabilir.

Özet mahiyetinde, şöyle bir soru sorarak bitirelim:

Sizce bilinç mi daha kıymetlidir, rüya mı?      

 

Orhan Cem Çetin, Eylül 2014  

Written by Orhan Cem Çetin

20 Ekim 2014 19:37

8 Yanıt

Subscribe to comments with RSS.

  1. ama ama ama her roman edebi değil, her resim sanat değil, vs… bu sanatın genel problemi bence. herhangi bir sanatsal değer taşımayan bir sürü iş var.

    op

    25 Ekim 2014 at 18:33

    • Elbette öyle, fakat bu ayrım fotoğraf dışındaki daha “eski” sanat disiplinlerinde konuşmaya gerek olmadan, bir çırpıda yapılıyor. Örneğin bir heykel ile bir anıtı kolaylıkla farklı bağlamlarda ele alabiliyoruz. Fotoğrafta bu kültür henüz olgunlaşmadı demek istiyorum.

      occet

      27 Ekim 2014 at 10:44

  2. ancak şizofreni okumaları ve felsefeden üretilebilecek bir cevap demetiyle yaklaşılabilir bu soruya..ve ancak yaklaşılabilir, izafi algı ikliminden dolayı..

    Oğuz

    22 Ekim 2014 at 01:50

  3. Bir röportajında: “Ben kırmızı dediğimde, siz benim kırmızımdan başka bir şey anlıyorsunuzdur belki de. Aynı şey hakkında konuştuğumuzu sanıp, aslında çok başka şeylerden bahsettiğimiz durumlarda iletişim giderek zorlaşır. Hatta ne kadar entelektüelseniz, jargonunuzun karmaşıklaşmasından dolayı, iletişiminiz de o denli güçleşebilir. O yüzden ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. İki insan arasındaki en doğrudan iletişim yolu bence seks ve müziktir.” diyen Haneke belki bu cümlesi ile de bize bir oyun oynuyordur 🙂 bu bağlamda filmlerinde, arka planda film müziği kullanmadığını, kendi iddiasıyla, gerçeği dolayımsız aktarım telaşını ihmal ederek, irdelersek müzik’den ve bu cümlede belirttiği gerçek’ten neyi kastettiğini düşünmek gerek…

    “rüya gören için rüyanın her zaman gerçek olduğu” uykuda olan biri için geçerlidir, zamana endeksli itibari bir gerçeklik… fakat “rüya”ya anlam yüklerken, ki çoğu zaman sonradan uyanınca, yaşanan “an”a anlam yüklemeyiz, buna gerek duymayız…
    eğer toplu rüyalar görebilseydik, mukayese edilebilir şekilde, “yapıtın izleyicinin zihninde oluşması” durumu gerçekleşmiş olacağından muhtemelen bir “bilinc”e de bu kadar çok ihtiyaç duymayacaktık…
    kaldı ki “sanata”da…

    ve ancak toplu rüyalar görmemizi sağlayacak şeyler tüketim kalıplarına sokulup kapitalist süreçte sanat eseri olarak görülüyor, diğerleri tukaka mertebesine indirgeniyor olabilir mi acaba…

    ya da orhan pamuk eserlerinin bir çoğunda “rüya” isimli bir karaktere yer vererek aslında kızına mı yoksa okuyucusuna mı bir jest yapmaktadır…

    hoca yazısına nokta koymak yerine, kuyuya bir taş atarak bitirdi 🙂

    maltarkaplan

    21 Ekim 2014 at 14:34

    • Çok basit. “Rüya sırasında” diyor. “Sırasında”. Mutlak bir hal değil.

      occet

      21 Ekim 2014 at 14:47

      • o “sıra” köşeli bir yer değil mi nihayetinde yani o “an”da zuhur eden….
        ayrıca farkındalık neye endeksli ? o zaman süresi ile sınırlı değil mi ?
        yoksa zamanda uzuyor mu, hayır… malum bilinç ise uzar…
        ve bilakis mutlak bir hal söz konusu çünkü o mekan ya da zaman deyin (ki birbirlerinden ayırmak mümkün değil) örgüden koparamazsınız, rüyada. bambaşka bir şey olur…
        “bilinc”imiz zamanı bükebilir, “rüya” da bu mümkün mü ?

        maltarkaplan

        21 Ekim 2014 at 15:31

  4. Haneke der ki “rüya gören için rüyanın her zaman gerçek olduğunu unutmamak gerek”.

    nkutlug

    21 Ekim 2014 at 12:29

  5. “Sanat metafor içerir. Kurmaca içerir. Gerçekliği dönüştürür…” ve maalesef; gerçekte “anlam” aranmaz, kurgu ise “anlamsız” olmuyor…
    gerçek olduklarından emin olsaydık rüyaların anlamını merak eder miydik, bilinç “gerçek” ise rüya bir “sanat”tır…

    maltarkaplan

    21 Ekim 2014 at 11:43


Yorum bırakın